HER HABERDE “FETHULLAHÇI” ARAMA HASTALIĞI 

MUHSİN YAZICIOĞLU HABERİMİN KAYNAĞI

Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun hayatını kaybetmesiyle ilgili 20-21 Ekim 2009 tarihinde Taraf gazetesinde bir haber yapmıştım.  NTV televizyonunun “kazadan önce” Yazıcıoğlu’nun telefonunu aradığını iddia etmiştim. Kahramanmaraş savcılığının TİB’den aldığı telefon kaydı belgesindeki bir yanlışlık, bizlerin hata yapmasına neden olmuştu. Haberim gerçek çıkmamıştı ve bunun üzerine 24 Ekim 2009 tarihinde Taraf gazetesinin manşetinden özür dilemiştik.

2009 yılından itibaren hem bu olay hem de haberimle ilgili tartışmalar bitmek bimedi. Türk siyasi hayatında ve medyasında her olay ve her haberin arkasında Fethullahçı arama hastalığı, insanları gerçeklikten kopup değerlendirmeler yapmaya itti. Bu hastalığa göre, “Muhsin Yazıcıoğlu haberini bana cemaat yaptırmıştı” ancak “haberi yaptırma nedenini bu kişiler anlayamamışlardı.” 

Çıktıkları her platformda birileri şu sözleri sarfettiler: “Gülen grubu bu konuyu neden haber yaptırdı? Amaçları neydi? Taraf neden kullanıldı?... Bu ve bunun gibi soruların cevabını bilmiyoruz ama bu haberin arkasında Fethullahçıların olduğundan eminiz.” 

Bu tür cümleler, televizyonlarda “aklı başında gazeteciler” tarafından da dile getirildi. Bir dönem NTV’de çalışan bir isim, bu haberle Fethullahçıların kendisini tutuklatmak istediğimi bile iddia etti. Akıldışı yorumlar ve iddialarda bulundu. 

Bu ve bunun gibi iddiaları duydukça “Allah bu insanlara akıl sağlığı versin” demekten kendimi alamıyoum. 

2009 yılından beri bu tür iddiaları duyduyça sadece gülümsemekle yetiniyordum. Ancak ben gülümsedikçe, sustukça  ve haber kaynaklarımı korumak istedikçe, birileri haberlerimle Fethullahçılar arasında akıldan yoksun irtibatlar kurmaya, komplolar sıralamaya devam ettiler. 

Artık susmama kararı aldım. Konuşacağım ve haber kaynaklarımı birer birer açıklayacağım. Haber kaynaklarıma verdiğim sözü yıllar sonra bozma kararı aldım. Konuyla ilgili bir de kitap çalışmam olacak. Şimdilik bu kadar bilgiyle yetineyim ve tekrar Muhsin Yazıcıoğlu’nun kazası ve haberime döneyim. 

SEVGİLİ NEDİM ŞENER… ÜZGÜNÜM AMA HABER KAYNAĞIM FETHULLAHÇILAR DEĞİL 

11 Nisan 2021 tarihinde CNN Türk televizyonuna rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun oğlu Furkan Yazıcıoğlu katılmıştı. Gazeteci Nedim Şener de programda “ev sahibi” olarak kendisine eşlik eden isimlerden biriydi. Şener, “Yazıcıoğlu dosyasını bilen” sıfatıyla programdaydı ve Furkan Yazıcıoğlu’na sorular yöneltiyordu. “Kazanın-suikastın, FETÖ’yle irtibatını” konuşuyorlardı.  

Programı cezaevinde kısa bir süre izleyebildim. Kısa bir süre diyorum çünkü elektrikler kesildi ve jeneratör de bir süre çalışmadı. Programı kaçırdım. İzlediğim bölümde Şener, bir ara sözü 2009 yılında yaptığım Yazıcıoğlu haberine getirdi. “Hırant Dink ciyatetinde FETÖ’nün Jandarma fotoğrafıyla olayı manipüle etmeye çalıştığını, benzer durumun Taraf gazetesi eliyle, Baransu haberiyle Yazıcıoğlu dosyasında da yapıldığını” söyledi. “Haberi bana FETÖ yaptırmıştı ve amaç da Fetö’nün işlediği bu suikastı gizlemek, manipüle etmekmiş.” 

Bu programdan sonra, Nedim Şener’e uzunca bir muktup yazdım. Yaklaşık 34 sayfa. Bu haberin “FETÖ’yle” ilgisinin olmadığını belirttim ve haber kaynağımı da açıkladım. Mektubun Şener’in eline geçip geçmediğini bilmiyorum. Geçti ve konuyla ilgili bir açıklama yaptıysa da cezaevinde olduğum için bir bilgiye sahip değilim. Mektupla ilgili açıklama yaptıysa bilgim olmadığım için şimdiden kendisinden özür dilerim. 

SEVGİLİ İSMAİL SAYMAZ VE PROGRAMDAŞLARI. SİZLERİ YALANINIZI İSPATA DAVET EDİYORUM. ÖYLE UTANMADAN, SIKILMADAN NİŞAN ALMAYIP ATEŞ ETMEK YOK. 

Muhsin Yazıcıoğlu dosyası bugünlerde tekrar gündemde. Furkan Yazıcıoğlu, 30 Eylül 2022 tarihinde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’yla CHP Genel Merkezinde görüşmüş. Görüşmeden, aynı gece Halk TV’de yayımlanan “Perdenin Arkası Önü” programında haberdar oldum. İsmail Saymaz, görüşmeye ait fotoğrafları “sadece kendilerine özel” olarak programda yayımladı. (Bu fotoğrafları ben yayımlamış olsam, Fethulahçıların CHP Genel Merkezine sızdığı iddia edilir, yıllarca konuşulurdu) 

Sonra da Yazıcıoğlu olayı ve haberimle ilgili bildik, tanıdık iddialar sıralamayı başladı. Kendisiyle olan tanışıklığımıza binaen “iddiaları” diyorum, bildiğiniz yalan ve iftira attı. 

İsmail son yıllarda “herşeyi bilen” sıfatıyla, bilip bilmediği her konu hakkında hüküm veriyor. Açıklama yapıyor. Dolayısıyla da “yalan ve iftira atmaktan” çekinmiyor. 

Saymaz, Taraf’ın dolayısıyla Fethullahçıların olayı manipüle ettiğini, NTV sinyal haberinin “özel örgütlenme için kullanıldığını” söyledi. “Özel örgütlenmeden” neyi kastettiğini ise açıklamadı. Fethullahçılar adına olayı manipüle eden de bendim. “Örgüt üyesi” olarak olayı manipüle etmiştim. Olayın arkasında Fethullahçılar vardı ve ben de bunu saklamaya çalışmıştım. 

İsmail Saymaz’a ağır bir cümle kurardım ama aramızdaki eski hukuka dayanarak, şimdilik o cümleleri içimde tutuyorum. Kendisine sadece şunu hatırlatmak isterim. Nedim Şener tutuklandıktan sonra, Şener’le ilgili Taraf gazetesinde bir köşe yazısı yazmıştım. O gün beni telefonla aramış ve beni eleştirmişti. Kendisine hak vermiş ve “tutuklu bir kişiyle ilgili bir daha asla yazı yazmayacağımı” söylemiştim. Aramızda geçen konuşmayı sanırım hatırlıyordur. Unuttuysa, hafızasını tazelemek için o gün ve o konaşmaya ait detayları da daha sonra açıklayabilirim. Bir de o telefon konuşmamızda “Devrimci Karargah operasyonunun” nasıl başarılı bir operasyon olduğunu, polisin tereyağından kıl çeker gibi sonuca gittiğini, samanlıktaki iğneyi bulduğunu” söylediği cümlelerini hatırlatırım. Şu sıralar kurduğu o cümleleri unutmuşa benziyor.  

Aynı programda benden söz etmekten mutluluk duyduğunu bildiğim Lube Ayar da vardı. Ayar, her çıktığı platformda ismimi anmadan duramıyor. İsmimi sık sık anmasının sebebini de tahmin edebiliyorum. Şike sürecinde Lube’nin şikecileri aklamak için gösterdiği çabayı, Fenerbançe fanatikliğini, amigoloğunu eleştirdiğmide sinirlenmişti. Gerçek isminin Lube olmadığını yazdığımda ise çıldırmıştı. 

Sevgili Lube de aynı programda Yazıcıoğlu dosyasıyla ilgili değerlendirmelerde bulundu. Dosyadan ve haberimden bihaberdi ancak olay hakkında hükümler kurmaktan çekinmiyordu. 

Lube Ayar’ı son bir ayda sanırım üç kez Halk TV’de gördüm. Güncel olaylar tartışılırken “aaa, öyle mi,, bundan haberim yok” diyor, ardından haberi olmadığı, bilmediği konularda hüküm kuruyor. Levent Göktaş programını tekrar izlemesini tavsiye ederim. 

Ayar, Muhsin Yazıcıoığlu dosyasıyla ilgili programda yorumlarda bulunmaya başladı. “Haberi yapan Mehmet Baransu’ydu” dedikten sonra “Baransu manipüle etti. Mustafa Hoş ve NTV yöneticileri ifade verdi” dedi. 

Lube’yi ekranlarda izlemek beni keyiflendiriyor, eğleniyorum. Olaylardan haberdar değil ama olayları çok iyi “biliyormuş gibi” yapıyor. Kendisini dünyanın “gelmiş geçmiş en iyi adliye muhabiri olarak pazarlamasına” da bayılıyorum. 

 Sevgili Lube… Mustafa Hoş ve NTV yöneticilerinin savcılığa ifade vermesinin Taraf gazetesindeki haberle ve benimle bir ilgisi yok. Hoş, Taraf gazetesinin haberinden yaklaşık üç ay önce Akit gazetesinde çıkan “NTV-sinyal” haberi nedeniyle ifade verdi. NTV-sinyal haberini ilk yazan gazete Akit gazetesiydi. Olayın Taraf’la, benimli bir ilgisi yoktu. 

Akit’in bu haberini ve bendeki bıraktığı izi ise aşağıda anlatacağım. Akit’in bu haberi nedeniyle “Taraf’tan istifamı, haber kaynaklarımla tartışmamı” aşağıda okuyacaksın. O nedenle Mustafa Hoş olayını ve verdiği ifadeyi çok iyi biliyorum.  

Halk TV’deki aynı programda, televizyonun internet sayfasından sorumlu olan Hakan Çelenk de değerlendirmelerde bulundu. Çelenk’i, Halk TV  sayesinde tanıdım. Öncesinde Radikal gazetesinde yazıişlerinde çalışmış ancak kendisini tanımıyordum. 

Son bir yıldır, Halk TV’de çıktığı programlarda yaptığı yorumlarla kendisini tanıdım. Kendi adıma onu izlerken şu duyguya kapılıyorum. Ne dediğini ya da ne demek istediğini bir türlü anlatamayan bir kişi. Kendini ifade etme sorunu var. Konularla ilgili daldan dala atlıyor ve konular arasında bağlantı kuramıyor. Diksiyonundaki eksiklik de bunun nedeni olabilir. Birşeyler söylüyor ancak ne dediğini kendisinin de anlamadığını düşünüyorum. Katıldığı programların tekrarı izlerse ne demek istediğimi daha iyi anlayacaktır. Ya konuşma sorunu var ya da olaylar arasında bağlantı kurma sorunu yaşıyor. 

Çelenk de Muhsin Yazıcıoğlu haberindeki belgeyi bana Fethullahçıların verdiğini söyledi. Belgeleri bana Fethullahçıların verdiğiniden o kadar emin ki izleyince birazdan ortaya bir belge çıkaracak zannettim. 

Çelenk, haberi Taraf yaptıktan bir gün sonra Radikal gazetesinde olayın gerçeğini yazdıklarını söylüyor. Belgesini de koymuşlar. NTV televizyonu Yazıcıoğlu’nu GMT saatiyle aramış ve bunun da belgesi varmış. Radikal’de belgeseni yayımlamışlar. Taraf bunu görmemiş. GMT’nin ne olduğunu bilmiyormuşuz. Onlar görüp yazmışlar. Taraf da Radikal’in bu haberine tepki göstermiş.

Çelenk’in bu yalanına cevap vermeden önce şunu belirteyim. Türkiye’de bir “havuz medyası” sorunu var. Bir  de havuz medyasının birebir muadili olan “candaş medya” ya da “CHP medyası” sorunu var. 

“A haber” ve “Halk TV’yi” izlerken, birbiriyle kavgalı iki ikiz kardeşi izliyormuş gibi hissediyorum. Kullandıkları dil ve yayın çizgileri aslında birebir aynı. Amaçları, yöntemleri aynı. Biri Ak Parti’yi “tabulaştırırken” diğeri CHP’yi “tabulaştırıyor.” Biri AK Parti’nin sözcülüğünü yaparken, diğeri CHP’nin halkla ilişkiler görevini üstleniyor. Ekrandaki isimler de halkla ilişkiler çalışanları. Bir birlerinin aslında ruh ikizleriler. Sözde karşı mahalledeler ancak yol ve yöntemde birebir benzerlik göze çarpıyor. Yaptıkları halkla ilişkileri ise “gazetecilik ve tarafsızlık” diye pazarlıyorlar. 

Halk TV ve benzeri kanallarda, kendisine muhalif diyen gazetelerde şunu da sıkça görüyorum. İktidarı hedef alan bir konu ya da iktidarın yapmış olduğu bir yanlışlık varsa, ekrana çıkanlar, gazetelerde yazı yazanlar o olayla ilgili geçmişte iktidarı nasıl uyardıklarını söylüyorlar. Ancak bunu diyenlerin büyük bir bölümü, aleni bir şekilde yalan söylüyorlar. O günlerde gazetelerinde veya televizyonlarında dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın Basın Danışmanıın emriyle atıkları manşetler ihalktan saklıyorlar. Bugün, o günlerde nasıl muhalif oldukları yalanını utanmadan seslendiriyorlar. 

Halk TV’de geçenlerde bir isim, Uludere katliamının yaşandığı gün, haberi hükümete rağmen nasıl ilk kez yayınladıklarını övüne övüne anlattı. Hücrede gülümseyip bir de okkalı bir küfür savurdum. O gün ne yaptıklarını bilmesen, ben de yalanlarına inanacağım. Uludere’den bahsetmemek için ekranlarda penguen belgeseli yayınlayanlar, yayında Uludere dememek için çırpınanlar, bugün o günlerde yaptıkları “gazetecilik yalanlarını” sıralıyorlar. Uludere’yi ilk kez yazan, Türkiye’ye gece yarısı twiterdan duyuran, sonra da belgesini Taraf gazetesinde yazdığım için bana o günlerde iftira atanlar, bugün ikiyüzlülüğün kitabını yazıyorlar.  

İkiyüzlülük sadece bunlara has da değil. Kendilerine yeni “ortaklar” bulmuşlar. Bir dönem 17/25 Aralık 2013 sürecinde Akşam, Star ve Yenişafak’ta “ne yolsuzluğu, darbe, kumpas” diye yazılar döşeyenler, bugünlerde Halk TV ve CHP’nin gözdeleri. Hedefe giden yolda, birbirlerinin günahlarını ve suçlarını konuşmama kararı almışlar. 

“A haber ya da hükümet medyası” iktidarın işine gelecek karşı mahalleden birilerini devamlı ekrana çıkartırkan, Halk TV de aynı yöntemi kullanıyor. 17-25 Aralık operasyonları dahil, hükümetin sözcülüğünü yapan, sarayın kapısında gelip geçene bağıran kişileri, bugün karşı safa geçtiler diye Halk TV’de ağırlamaktan çekinmiyorlar. 

17-25’e “darbe” diyen bu yeni ortaklar, bugünlerde bir “karar” etrafında toplanmışlar. Gazetelerinde, köşelerinde 17-25’in nasıl yolsuzluk olduğunu yazıp duruyorlar. İktidarı yolsuzlukla, hırsızlıkla, rüşvetle suçluyorlar. Sekiz yıl önce yazdıkları aklıma gelince, Mehmet Ali Çelebi’nin karşı mahalle sakinleri demekten kendimi alamıyorum. 

Erdoğan bu “zevatı” işgal ettikleri koltuktan atınca, maaş, para, promosyonlar bitince, sekizyıl sonra iktidarın yolsuzluk yaptığının farkına vardılar. Göklerden bir “karar” gelmiş numarası çekiyorlar. Koltuk, makam, para elden gidince bir insanı nasıl dönüştüğünün ete kemiğe bürünmüş hali bu örnekler. 

2013 yılında bunlardan birisi, “Mehmet Baransu ve Neşe Düzel, AKP’nin yolsuzluk dosyasını yazacak, iktidarı hedef alacaklar” diye ortalığı ayağa kaldırmıştı. Bunu da sözüm ona “gazetecilik” kisvesi adı altında yapmıştı. Gazetesinin yayın yönetmeni açıktan bunu söyleyemiyor, bu kadını tetikçi olarak kullanıp, bu cümleleri kullandırıyordu. “Kabataşçı” bu isim, bugün, hükümeti o günlerde nasıl yolsuzluk konusunda uyardığını yazıyor. İnsanın utanma duygusu olmayınca demek ki bu tür yazılar kaleme alabiliyor. 

O gün bu kişilere “yalanlarınızla başörtünüzü kirletmeyin, dini kirletmeyin” dediğimde, “Baransu böşörtümüze, inancımıza saldırıyor” diye ortalığı ayağa kaldırmışlardı. Bugün ise “başörtüsüyle aralarına mesafe koymuşlar.” Sanırım içlerinden biri o gün kutsadığı “başörtüsünü” bugün kenara atmış. Bence iyi de yapmış. “Başörtüsü onun geçmişini taşımakta zorlanıyordu”, en azından bugün başörtüsü özgürlüğünü yaşıyor.

Bu küçük paranteze nokta koyup tekrar Hakan Çelenk’in “yalanlarına” döneyim. Bu beyefendiler ortalık boş olduğu için bugünlerde “ben yazmıştım, biz söylemiştik” diye atıp tutuyorlar. Çünkü kendilerine “ne zaman yazdın, hangi belgeyi yayımladın” diye soran yok. Devir “atışın her türlüsünün serbest” olduğu bir dönem. “Nişan almadan ateş ediliyor”, sonra da “ahlaktan, gazetecilikten” bahsediliyor. 

Sevgili Çelenk, Taraf’ın haberinden bir gün sonra Radikal gazetesinde GMT diye bir haber yapılmadı. Çünkü, Taraf’ın haberinde yayımladığı o belgede GMT yazmıyordu. Türkiye Saati TSİ yazıyordu. GMT olayı iki gün sonra ortaya çıktı ve ilk kez yayımlayan da ben oldum. GMT olayını da ilk kez ortaya çıkaran kişi ben oldum. TİB’in savcılığa yanlış saat dilimi gösteren belge gönderdiğini ortaya çıkaran da ben oldum. Yani GMT olayını da ortaya çıkaran ben oldum. 

Haber ilk çıktığı gün çok tartışılmıştı. TİB Başkanını hem ben hem de Ahmet Altan aradık. Ortadaki karışıklığı, TİB’in savcılığa gönderdiği belgeyi kendilerine sorduk. Savcılığa gönderilen belgede Türkiye Saati yani TSİ yazıyordu. 

Haberden iki gün sonra, bizim ısrarlarımızla TİB yapılan hatanın farkına vardı. Savcılığa gönderdikleri belge GMT olması gerekirken, TSİ olarak gönderilmişti. 

Bu arada şunu da hatırlatayım. Taraf gazetesinden önce tam 3 yıl uluslararası haberajansları ve televizyonlara canlı yayınlar yaptım. Savaş muhabirliğinden, şampiyonlar ligi maçına, basket maçından, son dakika haberlerine, yüzlerce uluslararası televizyona canlı yayın yaptım. Afganistan, İran, Irak, Lübnan, İsrail, Mısır aklına gelebilecek dünyanın her bölgesinden canlı yayınlar yaptım. Tüm yayınları da GMT saatiyle yapardık. GMT’nin ne olduğunu bilen biriyim. Bunu bilmeme rağmen, haberde bu hata nasıl oldu onu da aşağıda anlatacağım. 

Çelenk’in programdaki şu cümlesi de hoşuma gitti; “Gerçeği arar haldeyiz.”

Doğru söylüyorsun Hakan Çelenk… Gerçeği arar haldesiniz. “Gerçeği arıyorsunuz” ancak “perdenin önünde, arkasında” neler olduğunu bilmeden her olayı Fethulahçılara ya da saçma bir nedene bağlamaktan geri durmuyorsunuz. Yazıcıoğlu belgesini ya da yaptığım diğer haberlerin belgesini bana Fethulahçıların verdiği yalanını söylemekten de utanmıyorsunuz. “Bu iddianızla ilgili belgeniz ne” sorusu karşısında ise üç maymunu oynuyorsunuz. Elinizde bir belge, bilgi yok ancak iftira atmaktan geri durmuyorsunuz.  

“Gerçeği arıyoz” diyorlar ancak bilmediklerini itiraf ettikleri konularla ilgili “katilin kim olduğunu söyleyecek kadar” da gerçeği bildiklerini zannediyorlar. 

Hablemitoğlu cinayetinde oklar Levent Göktaş’ı işaret ettiğinde, iki hafta Halk TV’yi izledim. Hakan Çelenk ve diğerlerin yaptığı programları gülümseyerek seyrettim. Katil olduğu iddia edilen zanlıların “kendi mahallelerinden” çıkması, onları şaşkınlığa çevirmişti. Ekranda kıvranıp duruyorlardı. Ne diyeceklerini şaşırmışlardı. Olayı nasıl kapatacaklarını bilemiyorlardı. 

Bunca yıldır bu cinayetle ilgili bir algı yaratmışlardı ancak yeni soruşturmayla algıları çökmüştü. İlk hafta biraz afalladılar. Sonra birileri onları uyarmış olacak ki hakkında bilgi sahibi olmadıkları dosya hakkında Levent Göktaş güzellemeleri yapmaya başladılar. “Göktaş masumdur” algısının ilk fitilini de yine Hakan Çelenk yapmaya başladı. 

Sedat Peker ya da Levent Göktaş’la ilgili bir iddia gündeme gelecekse ağızlarından çok dikkatli cümleler çıkıyor; “Bu bir iddia… Sedat Peker’i suçlamıyoruz. Levent Göktaş suçlu demiyoruz. Herkes masumdur, masumiyet karinesi açıktır… Suçludur demiyoruz….” 

Peker ve Göktaş isminin üzerlerinde yarattıı korku, cümlelerine, kelimelerine yansıyor. Sorsan “kimseden korkmuyoruz” derler. Ancak, Sedat Peker ve Levent Göktaş isimlerini “abdestsiz ağızlarına almıyorlar.” Cümlelerini zemzemle yıkayıp, özenle kullanmaya dikkat ediyorlar. 

Bir de son yıllarda özellikle CHP ve medyasında Sedat Peker’e bel bağlama durumu gözlerden kaçmıyor. Bundan birkaç yıl önce Amerika’daki Rıza Zarraf, Halkban davasında aynısını yapmışlardı. O kadar işbilmez ve topluma umut olmaktan uzaklar ki bu tür olaylara bel bağlayıp, AKP’den kurtulma planları yapıyorlar. 

Peker’in “hükümeti sarsacak, hatta yıkacak” iddialar gündeme getirmesini dört gözle bekliyorlar. O iddiaları ekranlarda dile getirip, “büyük gazetecilik” yapacaklar. Son iki yıldır ülkede “Sedat Peker gazeteciliği” başladı. Çok da konforlu. Sedat Peker yazacak, Sedat Peker konuşacak, bu beyefendiler, hanımefendiler de onun söyledikleri üzerinden “büyük gazetecilik” yapacaklar. “Biz söylemniştik…. Biz yazmıştık…” diyerek kendilerini pazarlayacaklar.

Bu kişilerin son 10 yıldır ortaya çıkardıkları tek bir skandal, büyük gazetecilik başarıları yok. Bırakın dünyayı, Türkiye’nin konuştuğu tek bir haberleri bile yok. Peker de olmasa, bunların gazeteciliği dedikodudan öteye geçmeyecek. 

Sedat Peker ya da Levent Göktaş gibi isimler dışında konu başka isimlere geldiğinde ise bu kişiler masumiyet karinesi unutuyorlar. Ellerinde belge olmadan “Dosyayı bilmiyoruz. Kısıtlama kararı var ancak Hablemitoğlu cinayeti katili şu, bu olayı Fetö yaptı, Fethullahçılar bu belgeyi verdi” demelerini de ibretle izliyorum. 

Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu, Hüseyin Ersöz’ün 2010 yılında yaptığı iki yalan haber nedeniyle 8 yıldır tutuklu olduğum ve yargılandığım halde, “Baransu Balyoz kumpastan yargılanıyor ve tutuklu” diye yalan haber ve yorum yapmaktan da utanmıyorlar. Balyoz kumpastan yargılanmadığım gibi 8 yıldır tutuklanmama neden olan o iki yalan haberden de ilk derece mahkemesinde beraat etmem karşısında ise üç maymunu oynayıp, yine “kumpas” cümleleri kurmaktan da geri durmuyorlar. Bu kadar yalancı ve ahlaklılar. Ahlaksızlığın ete kemiğe bürünmüş haliler ancak ahlaktan bahsediyorlar.  

“Beraat ettinse niçin hala tutuklusun” diye de için için soruyorlar. Dava takip etmedikleri için böyle sormalarına şaşırmamak gerekiyor. Davaları takip etseler, okusalar gerçeği görecekler. İddianamede olmayan, suçlunmadığım, savunmamın bile alınmadığı yeni bir suç mahkeme icat etti ve “davasız yargılama” yaparak bana hapis cezası verdi. Tıpkı Osman Kavala örneğinde olduğu gibi olmayan yeni bir suç icat edildi ve bana ceza verildi. 

Anlamanız için size şöyle açıklayayım. 27 Mayıs mahkemesinin Başkanı Salim Başol, o meşhur sözü “Sizi buraya tıkan irade böyle istiyor” cümlesini Samet Ağaoğlu’na karşı kullanmıştı. Başol mahkemede şunu söylemişti; “ Divan (mahkeme) önüne gelen davayla (iddianameyle) sınırlıdır. Davasız yargılama yapamayız. İddianamedeki iddialar yargılama konusu. İddianame dışında yargılama yapamayız.” 

Salim Başol özetle bu cümleleri mahkemede kullanmıştı. Onun bile cüret edemediği bir uygulamaya, 2022 yılı Mart ayında İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti cüret etti ve beni iddianamede bile olmayan bir suçtan cezalandırdı. İddianamede bile olmayan yeni bir suç icat edildi ve davasız yargılama yaparak bana hapis cezası verdiler. Amaç içerde kalmamı sağlamaktı ve bunu da yaptılar.  

Bana ceza veren heyet kim mi? 

Osman Kavala ve Gezi Davasıyla ilgili kararı veren heyet. O davalarda bu heyetin hukuki yargılama yapmadığını, siyasi karar verdiğini anlatıp duruyorsunuz, Ama aynı heyetin benim davamda hukuki karar verdiğini iddia ediyorsunuz. Durumuz traji komiğin de ötesinde... Biraz patalojik. 

Konuyu uzattım, özür delirim. Muhsin Yazıcıoğlu dosyası ve haber kaynağımı açıklayacakken, konu bambaşka yerlere gitti. Sekiz yıldır hücrede kalan bir gazetecinin, sizin deyiminizle “bavulcunun”, bunca yıllık konuşamama, hücrede yalnız kalma “gevezeliğine” cümlelerimi verin. Dışarı çıkınca sizlerle daha çok konuşacağım. Ajandam sizlerin yalanlarıyla dolu. 

Mektup’tan önce bir iki cümle de “eski yol arkadaşlarıma.” Taraf yöneticilerine…

Muhsin Yazıcıoğlu haberim başta olmak üzere diğer haberlerimle ilgili konuları çok iyi bilen o günkü Taraf gazetesi yöneticileri, editörleri, yazarları…. Tutuklandığım günden itibaren hepiniz suskunluk orucuna girdiniz. Suskunluk oruçlarını 8 yıldır bir türlü açamıyorlar. Durumları ibretlik. Birileri onlara “ezanın okunduğunu, iftar saatinin geçtiğini, oruçlarını açabileceklerini” söylerse beni hücremde mutlu edecekler. 

Bu kişilerin korkaklığını tarih elbet birgün yazacak. Yargılandığım 140 ayrı davada, duruşmada bana verdikleri desteği de tarih hatırlayacak. Gözlerim mahkemenin arka sıralarında bu kişileri arayıp durmuştu. Sanırım çok meşgullerdi ve yoğun oldukları için duruşmalara gelememişlerdi. Ahhh korku..... Ahh korkaklı… Ahh omurga…. Ah omurgasızlık… 

Cezaevinden ölmeden çıkarsam ben onların “tarihsel duruşlarını” bir kitapta yazmaktan mutluluk duyacağım. Bu sözlerimden sanırım bir tek Ahmet Altan’ı muaf tutabiliyorum.  

140 ayrı davada arkamda korkaklar yoktu ancak bana inanan eşim, onun sevgisi, çocuklarımın varlığı vardı. Beni bunlar ayakta tuttu ve halen de tutuyor. Bu zor günlerimde yanımad olan avukatlarımı ise asla unutamam. Hiç tanımadığım, dün bana kızan avukatlarım, bana, davama, davalarıma inanıp yanımda oldular. Haklı olduğumuz da geç de olsa artaya çıkıyor. Çok şükür, gazetecilik dışında bir şey yapmadım. Yazdığım her haberimin de arkasındayım. Attığı manşetlerin, başlıkların arkasında duramayacak kadar korkak olanlara ise şunu söyleyeyim: “Kokmayın, Silivri korktuğunuz kadar soğuk değil. Ben bir böbreğimi soğuğa feda ettim ama onurumla halen daha ayaktayım. Böyle yaşamak, onursuz ve korkak yaşamaktan daha iyidir.” 

Bu korkakların korkaklığı ve sessizliği sayesinde ortalıkta son yıllarda yalancılar sesi yükselik oldu. Her haberimle ilgili bu kadar kolay komplo kurmaların nedeni de ortalıkta kimsenin olmaması. Benim de tutuklu olarak içeride cevap verme olanağımın bulunmaması. 

“Taraf orduyu dizayn etti, Fethullahçıların önünü açıldı” diyenler, 2007 yılından 2014 yılana kadar Askeri Şurada yükselen isimlerin kimler olduğunu bile incelemekten acizler. Hepi topu yapacakları iş, her yıl terfi listesinde olan yüz kişilik ekibi incelemekti. Kimlerin terfi ettiğini o listelerde açık açık göreceklerdi. Bunu bile yapamadılar. Yalanlara onlar da inandılar. Onları bırakın savcılar ve mahkemeler bile bu yalanları kararlarında yazdılar. 

Yakında bu çalışmayı yapmak da hücrede olan bana nasip olacak. Bakın bakalım 2007’den 2013’e kadar Fethullahçılar mı yoksa başkaları mı Askeri şurada terfi etmişler? İlker Başbuğ’un, “Balyozla davasıyla ilgisi yok, biz o sekiz kişiyi zaten emekli etmeye çok önceden karar vermiştik” dediği isimler kimlerdi ve bu isimler bugün ortalığa hangi yalanları saçıyorlar? “Taraf’ın komplosuyla emekli edildik” diye gazete gazete, ekran ekran geziyorlar.  

Bir dönem Taraf’ta “cesur manşetler” atanlar, şu sıralar darbecilerin, hırsızların, yalancıların peşine takılıp gitti. Sessizliğe büründüler. Cesaret, 2007-2013 arasında Taraf gazetesinde o manşetleri atmak değildi. Cesaret, 2015-2022 yılları arasında cezaevinde yalnız başına duran bir kişinin yanında olabilmekti. Sizler işte bunu beceremediniz. 

Bir haberim de haberlerimle Fethulahçılar arasında bağ kurmaya çalışanlara olsun. Beni meslege atıldığım 1995 yılından beri tanıyanlar bilir. Haber kaynaklarım konusunda çok ketumumdur. Bu ketumluğum nedeniyle 27 yılda haber kaynaklarım bana güvenip, binlerce belge ve bilgi verdiler. Ancak son yıllarda ekranlarda ve gazetelerde ismim üzerinden o kadar yalan ve yanlış iddialar gündeme getirildi ki 27 yıl sonra bir karar aldım. Taraf gazetesindeki haberlerimle ilgili haber kaynaklarımı birer birer açıklayacağım. Bazı Ak Partililer, Star, Sabah, Akşam ve Yenişafak yöneticileri, bazı CHP’liler bu kararıma çok üzülecekler. Sanırım bu kararıma en fazla sevinecek olanlar ise Fethullahçılar olacak. Haberimin arkasında onların değil, başka isimlerin olduğunu öğrenecekler. 

Tekrar konumuza döneyim. 

Muhsin Yazıcıoğlu olayıyla ilgili 2021 yılında Nedim Şener CNN Türk’te bazı iddiaları gündeme getirince ona ve Sayın Yazıcıoğlu’nun saygıdeğer eşine bir mektup yazmıştım. Başta İsmail Saymaz olmak üzere bu konuyla ilgilenenlerin dikkatine bu mektubu sunuyorum. Nedim Şener isminin olduğu bölümleri çıkarıp, kendi isimlerini yazabilirler. Kendilerine yazılmış cevap gibi kabul etsinler. “Perdenin önünde, arkasında” neler olduğunu öğrenip, ona göre yorum yapsınlar. Cezaevinde, hücrede her iddiaya, yalana cevap verme olanağım yok. Bu nedenle Nedim Şener için yazdığım mektubu sizlere cevap niteliğinde gönderiyorum.  

Bugün, Muhsin Yazıcıoğlu haberimle başlayacağım. Sonra “Fethullahçılar Ataşehir Belediyesini hedef aldı, Baransu’ya haber yaptırdılar” iddiasıyla ilgili, haberimin arkasındaki haber kaynaklarımı açıklayacağım. CHP eski vekiler ve CHP’li gazeteciler buna hazır olsun.   

Yaptığı yalan haberle 8 yıldır tutuklanmama neden olan Barış Pehlivan adlı “gazetecinin” yine bir ay önce Halk TV’de, “Demirören ve Arşimidis dosyasını Fethullahçılar Mehmet Baransu’ya verdi ama amaçları neydi anlayamadım” dediği haberimin kaynağını açıklayacağım. Ataşehir Belediyesi’yle bu haberin arasında nasıl bir bağ olduğunu okuyacaksınız.  

Şike, Aziz Yıldırım, askerlik belgesinin kaynağının Fethullahçılar olmadığını açıklayacağım. Sıra Kafes Eylem planı ve diğer haberlere de gelecek. Merak etmeyin. Bir iki açıklamayı buradan yapıp, diğer bilgileri kitabımda açıklayacağım.  

Burada noktayı koyup, bir yıl önce Nedim Şener’e yazdığım Muhsin Yazıcıoğlu mektubumu, başta İsmail Saymaz ve Halk TV’cilerin dikkatine sunuyorum. (Halk Tv’de benimle ilgili bugüne kadar onlarca yalan ve iftiraya yer verildi. Meslektaşlarım diye sustum ancak artık susmayacağım. Halk Tv’ciler önce yargı önünde bu yalanlarını belgelemek zorunda kalacaklar. İddialarını ispat için dava açıyorum. Bir de şunu gördüm… RTÜK kendilerini iyi terbiye ediyor. Benimle ilgili son aylarda yaptıkları gerçek dışı yayınlarla ilgili RTÜK’e başvurma kararı aldım. İddialarını ispata davet edeceğim. Hem yargıda hem de RTÜK önündü iddialarına ispat hakkı tanıyacağım. İspatlarlarsa endişelenmelerine gerek yok. İsmail Saymaz, Lube Ayar, Hakan Çelenk iddialarıyla ilgili belgeleri şimdiden hazırlarlarsa bence iyi yaparlar. Halk TV’de benim müebbet hapis cezasıyla yattığım iddia edildi. Bir de bana pervasızca “terörist” denildi. Bu iftiralarının belgeseini önce RTÜK’e, sonra savcılara vermeleri için isteyeceğim.) 

 NEDİM ŞENER’E 11 NİSAN 2021 TARİHLİ PROGRAM SONRASI YAZDIĞIM MEKTUP…

Özellikle 15 Temmuz sonrası bu ülkede bir hastalık başladı. Her olayın ardından bir “FETÖ izi” arama hastalığı son yıllarda moda oldu. “FETÖ” bir “maymuncuğa” dönüşmüş durumda. Hangi olayı manipüle etmek, gerçeği gizlemek istiyorsanız, maymuncuğun ayarını yapıyorsunuz ve “FETÖ” diyerek istediğiniz olaya uyduruyorsunuz

Televizyonlarda, gazetelerde toplumun bildiği olaylar, “FETÖ” ile akıldışı şekilde ilişkilendirildikçe, bu hastalığın uzun süre bizimle birlikte yaşayacağı görülüyor. Tedavisini bulmakta da biraz zorlanacağız. Bilerek ya da bilmeyerek toplum bu zehirle zehirleniyor. Hastalık yayılıyor.  

“Katil infazından, hırsız çaldığından, şikeci ahlaksızlığından” kurtulmak için “FETÖ” diyor. Bazı suçlular, kendilerini aklamak için “FETÖ” diye uydurdukları bir yalana sarılıyor. 15 Temmuz öncesi ve sonrası bunun binlerce örneğini gördük. Konya’da sevgilisini öldüren  öğretim görevlisi, “FETÖ” diyerek cinayetten sıyrılabileceğini düşündü. Şikeciler, hırsızlar, katiller benzer yollara başvurdu.   

Her olayı bir “FETÖ’ye” bağlama hastalığı, “aklı başında insanları” bile esir almış durumda.  “Ortada bir sorun ya da soru işareti varsa kesin arkasında FETÖ vardır.” 

Ülkenin geldiği son durum bu. 

  CNN Türk’te Nedim Şener’i izlerken, aynı hastalığın onu da esir aldığını gördüm. Elinde hiçbir delil, belge yoktu ancak “FETÖ’nün bu haberi bana yaptırdığından” adı gibi emindi.  

Nedin Şener’i, 1998 yılından beri tanırım. Samimi olmasak da tanışıklığımız var. Milliyet gazetesi ekonomi servisinde gümrük kaçakçılığı haberleri yaptığı dönemde aynı haber kaynaklarıyla irtibatımız vardı. Benzer haberler yapardık. 2011 yılında kendisine yapılan haksızlığa da isyan ettim. O dönem çelişkili bazı açıklamalarından yola çıkarak hakkında bir yazı yazdım. Cezaevindeydi ve söz hakkı yoktu. Bana cevap veremiyordu. Bu durumda olan biriyle ilgili yazı yazdığım için kendimi hiç affetmedim. 

Bu konuyla ilgili kendisinden birkaç kez de özür diledim. Cezaevinde olan ve söz hakkı olmayan bir kişi hakkında asla yazı yazmamalıydım. “Haber-yazı şehvetinin” esaretine yenik düşmüştüm. Şener o dönem bana cezaevinden mektup da göndermişti. 

Konumuz bu olmadığı için mektupta yazılanlara girmiyorum. Nedim, mektubunda bana neler yazdığını biliyor. Muhsin Yazcıoğlu dosyasına girmeden önce Nedim’le ilgili ekranlardan bana yansıyan izlenimlerimi de birkaç cümle ile paylaşmak isterim. 

Nedim Şener’i, Uğur Dündar’la birlikte ekranlara çıktığı 2008-2009 yılından beri izlerim. 2013 sonrası özellikle de 2016 yılından itibaren Şener de çok ciddi bir değişim oldu. Ne kadar farkında bilemiyorum ancak bazı olaylarda “gerçekle bağını” her geçen gün koparıyor. İçinde bilemediğim bir “intikam, kin, öfke ve hırs” var. Ekranlarda bu açıkça görünüyor. Fethullahçılara duyduğu “kin, öfke ve intikam” kendisini esir almış durumda. Zaman zaman (ki bu çoğu zaman), gerçekle bağını koparıyor. Her taşın altında da bir “FETÖ” izi arama hastalığı, ilgili ilgisiz her olayı “FETÖ’ye” bağlama çabası, gerçekle arasına mesafe koymasına neden oluyor. Bu durumunun farkında değil. Olmadığı da ekranlardan açık açık görünüyor. 

Nedim’i izlerken ekranlardan bana yansıyan bu. “Kin, öfke, intikam” Nedimi kuşatıp, esir almış. Bu kuşatılmışlık sonucu, Taraf gazetesinde 2009 yılında yaptığım Muhsin Yazıcıoğlu haberimi Fethullahçıları bağladı. “Fethullahçılarla ilişkim biliniyormuş ve bu haberi bana onlar manipule amaçlı yaptırmış. Hırant Dink olayının benzeri sahnelenmiş…” 

Sevgili Nedim, üzülerek söylemeliyim ki yanılıyorsun. Bu haberin de Fethullahçılarla uzaktan yakından bir ilgisi yok. Tıpkı diğer haberlerimin olmadığı gibi. 

Yedi yıldır tutukluyum. (Şuan yedi yıl 8 ay oldu tutukluluğum) “Şu dönemde konuşmamaya” yemin ettim. Bu dönemde konuşmak suya yazı yazmaktan farksız. Herkes gerçeklere kör ve sağır. Ancak  ben sustukça, arkamdan yalanlar, iftiralar peşi sıra diziliyor. Olayların gerçeğini bilenler bile olayları çarpıtıyorlar. 

CNN TÜRK’te söylediğin ve doğru olmayan iddialar için yeminimi ilk kez senin için bozmak zorunda kaldım.  Bu yeminimi bir ara yargılandığım mahkemede de “kısmen” bozmuştum. 

AKRABASI OLAN KATİPTEN BİRLİKTE BELGE ALDIĞIMIZ “ADAM”, ÇALIŞTIĞI GAZETEDE, “FETÖ BARANSU’YA BU BELGEYİ VERDİ” DİYE YAZI YAZDI. DURUŞMADA KENDİSİNİ GÖRDÜM. BU OLAYI ANLATINCA DURUŞMADAN KAÇTI

İktidar medyasında  yazan bir “gazeteci”, yaptığım bazı haberleri ‘(tıpkı Nedim gibi) “FETÖ’yle ilişkilendiren” bir haber kaleme almıştı. Parti bülteni gazetesinde, iki kez aynı şeyi tekrarladı. Oysa bahsettiği  haberleri, Beşiktaş adliyesinde birlikte aynı kişiden almıştık. Bu şahısla beni tanıştıran da kendisiydi. Haber kaynağımız bir “katipti.” Ve katip onun eşinin akrabasıydı. Beraber bilgi ve belge almış ve haber yapmıştık.

Yine bir soruşturma sonrası beraber bu katipten belge alırken, Beşiktaş’taki adliyenin zemin katındaki kantinde bizi bir başka gazeteci görmüştü. “Yakalanmıştık.” “Damadın” abisinin o dönem yönetici olduğu gazetenin muhabiriyle mecburen haberimizi paylaşmak zorunda kaldık. Aynı haber aynı anda mecburen üç gazetede çıktı.   

Haber kaynağı kendi akrabasıydı. Katibin Fethullahçılarla bir ilişkisinin, ilgisinin olmadığını en iyi bilen de kendisiydi. Katip de halen görevdeydi. Bunu biliyor ancak sabahtan akşama gazetesinde bir dizi iftira sıralamaktan da geri durmuyordu. Dönem bunu gerektiriyordu Zamanın ruhuna ayak uydurmuştu. 

İşte bu şahsı bir davamda,  duruşmayı izlemek üzere mahkemenin arka sıralarında gazetecilerle birlikte otururken gördüm. Arkamı döndüğümde göz göze geldik. Gözlerinin içine baktım. Bakışlarını benden kaçırdı. Başını öne eğdi. 

Yaptığı haberleri cezaevinde de olsam gördüğümü anlamıştı. 

Savunma yaparken sözü bu şahsa getirdim. İsim vermeden mahkeme heyetine bu olayı anlattım. Anlatırken de sık sık arkaya dönüyordum. Renkten renge giriyordu. İsmini açıklarım korkusuyla terliyor, kıvranıyordu. Katip akrabasından bahsetmemem için o an içinden dualar ettiğinin de farkındaydım. Çünkü bu şahsın Çağlayan’da tek haber kaynağı oydu ve bu sayede 15 Temuz sonrası başka bir gazeteye transfer olmuştu.

Bir ara arkamı döndüğümde mahkemeden “kaçtığını” gördüm. Bir daha da davamı takibe gelmedi. Duruşmalara girmeye cesaret edemiyordu. Beni iyi tanıyordu. Tepemi attırırsa, mahkemede ismini, katibin ismini vereceğimi iyi biliyordu. Gözden ırak olmayı tercih etti. 

Sonra öğrendim ki başka arkadaşlarından davamla ilgili bilgi alıp, gazetesine haber yapıyormuş. Avukatım aracılığıyla da bana “geçmiş olsun” dileklerini iletti. İsmini açıklarım korkusu bu tür insanlara çok şey yaptırıyordu. 

Sevgili Nedim… Bu olayı şunun için anlattım… 

Fethullahçılara olan kinini, nefretini anlayabiliyorum. Ancak kin ve nefretin sana zarar verdiğinin sanırım farkında değilsin. Her olayın ardından “FETÖ arama hastalığına” iyi gelmesi, iyileşme umuduyla bugün yapmadığım bir şeyi ilk kez yapacağım. Muhsin Yazıcıoğlu haberimle ilgili, haber kaynağımı açıklayacağım. Üstelik belgeleriyle ve isim vererek. 

Hem Nedim Şener, hem sevgili Furkan Yazıcıoğlu hem de saygıdeğer annesi Gülefer Hanım gerçekleri öğrensin. Akıl dışı iddialar yerine varsa Yazıcıoğlu dosyasında cinayet izleri, doğru adreste aramaları ümidiyle bunu yapıyorum. Yazıcıoğlu ailesinin de anlatacaklarımı, haber kaynağımı bildiklerini tahmin ediyorum. En azından Güleser Hanım’ın haber kaynağımdan haberdar olduğu yönünde bilgim var.   

Nedim Şener, CNN TÜRK’teki programdan sonra Hürriyet gazetesinde de sanırım benzer bir yazı kaleme almış. Yazıyı okumadığım için neler yazıldığını bilemiyorum. Öyle zannediyorum ki programdaki iddialarını yinelemiş.     

Haber kaynağımı açıklamadan önce rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’yla nasıl tanıştığımı anlatarak konuya gireyim. 

RAHMETLİ MUHSİN YAZICIOĞLU’YLA NASIL TANIŞTIM?

Yıl 1999. Aksiyon dergisinde Maraş katliamıyla ilgili bir haber dosyası hazırlıyorum. Bu dosyası hazırlarken, “gazeteci” Soner Yalçın’ın, Binbaşı Cem Ersever’in İtirafları kitabında, Muhsin Yazıcıoğlu’na bir iftira attığını fark ettim. Konu Maraş katliamı ve Maraş’a gönderilen silahlarla ilgiliydi. Yalçın, bu olayla Yazıcıoğlu arasında bir irtibat kurmuştu.

Soner Yalçın’ın kitabında bahsettiği soruşturma dosyasına ulaşmıştım. Dosya 1978 yılına aitti. Mersin’de yakalanan bir takım silahlarla ilgiliydi. Soruşturma 1980 öncesi Gümrüklerde yapılmıştı. Soruşturmayı yapan kişi ise MHP’li Şefkat Çetin’in kardeşi Cafer Çetin’di. Çetin, o dönem Gümrük Bakanlığı’nda müfettiş olarak çalışmıştı. Sonra bu kurumdan ayrılıp başka bir kuruma geçmişti. Tam 19 yıl sonra kendisiyle Ankara’daki evinde buluşmuştum. 1980 öncesi soruşturma dosyasının bir fotokopisi kendisindeydi. O dönem aldığı ifadelerin ses kayıtları bile dosyada vardı. Tüm dosyayı bana güvenerek teslim etti. 

Aynı soruşturmayla ilgili Ankara’da bir dönemin “efsane Polis Müdürü” olan, Emniyette Narkotik birimini kuran Sayın Atilla Aytek’le Gençlerbirliği Kulubünde görüştüm. Mersin’deki silahları incelemek üzere Ankara’da bir emniyet müdürüyle Mersin’e gönderilmiş, ancak Ankara’dan gelen bir telefonla silah yüklü konteynerları incelemeden geri dönmüşlerdi. İncelenmiş gibi görünen tutanakta tüm gümrükçüler imza atmasına rağmen, bu iki müdürün isminin altı boştu. İmzalamamışlardı. İçi silah dolu konteynerları inceleyememişlerdi. İncelemelerine izin verilmemişti. İnceleme izni vermeyen ise 12 Eylül darbesini yapacak olan bir generaldi. Darbeye giden yolda bu silahlar kullanılacaktı ve incelenmesi istemiyordu. 

Atilla Aytek’le görüşmemizde, “konteynerları incelemeyeceksiniz” diye kendisine telefon açanın, dönemim Gümrük Müsteşarı olduğunu öğrendim. Gümrük müsteşarının abisi ise Kenan Evren’in 12 Eylül darbesiyle ilgili hazırlıkları yapması emri verdiği Orgeneraldi.  Gümrük Müsteşarının abisi, Kenan Evren’in, “12 Eylül darbesinin hazırlıklarını yapmak üzere görevlendirdim” dediği meşhur generaldi. 1980 ihtilalinin hazırlayıcısı general, gümrük müsteşarı olan kardeşini arayıp, konteynarın incelenmemesi emrini vermişti. Bu silahların bir kısmı Maraş katliamında kullanılmış, 12 Eylül’ün yolu döşenmişti. 12 Eylül’e giden yol da bu silahların sağ ve sol örgütlere dağıtılmasıyla döşenmişti.    

O dönem haberle ilgili İstanbul’da, bir başka isimle görüştüm. Soner Yalçın’ın kitabında adı bu soruşturmayı yürüten isim olarak geçen eski Gümrük Müfettişi Necati Can. Can bu soruşturmanın hiçbir yerinde yoktu. Bu soruşturmayı o yürütmemişti. Cafer Çetin yürütmüştü. Soner Yalçın, sanki bu soruşturmayı o yapmış gibi kitabında yazmıştı. Can üzerinden de Muhsin Yazıcıoğlu’na iftira atmıştı. (Soner’e kitaptaki bu bilgileri veren isim ise yıllar sonra Ergenekon operasyonunda gözaltına alınan “gazeteci” Ünal İnanç’tı. Bunu nereden biliyoruz. Bu kitapta yazdığı konu 2011 yılında tekrar gündeme geldi ve Necati Can’la mahkemelik oldu. Can, ODA TV davasında, Ünal İnançla, Soner Yalçın arasındaki bir ses kaydını bulup, kendi mahkemesine sundu. 

Ünal İnanç, yıllar önce Aydınlıkta çalışmıştı. Oral Çalışlar Taraf Yayın Yönetmeni olduğunda odasında bana bu kişiyi nasıl Aydınlıktan attığını anlatmıştı. Posta kutusuna bu kişinin bir kurumdan aldığı maaş bordrosu konmuş ve o da bu kişiyi işten atmış.)  

Nedim Şener, Necati Can’ı iyi tanır. 1998-1999 yıllarında Necati Can’dan çok belge aldı. Milliyet’te bu belgeleri haberlertirdi. Aynı dönemde ikimiz de Necati Can’la sık sık görüşürdük. Bir de o dönem Yenişafak gazetesinde çalışan Ferhat Ünlü. Ünlü ve Can bir haber nedeniyle tartışınca, sadece Nedim’le ben Necati Can’la uzun süre görüştük. 

Necati Can için de şu paragrafı açayım. Uğur Mumcu gazetecilikte neyse, Necati Can da Gümrük Müfettişliği’nde odur. Bu ülkenin yetiştirdiği en namuslu birkaç isminden biridir. Sanırım “namuslu” kelimesi bile onun için yeterli gelmez. Dürüst, cesur, milliyetçi, muhafazakar tertemiz bir isimdir Necati Can. 1980 öncesi gümrük müfettişi olarak yaptığı operasyonlar Hürriyet, Günaydın gibi gazetelerde haftalarca manşet olmuştur. Yaptığı operasyonlarla ilgili belgeler Uğur Mumcu’nun Kaçakçalık ve Terör kitabında sıkça anlatılır.     

Aksiyon’da o dönem yaptığım haberimin detayına girmeyeceğim. Aşağıda, 1999 yılında Aksiyon dergisinde yaptığım haberimi de sizlere sunacağım. Detayları haberde okursunuz.   

Aksiyon dergisinde 9-15 Ocak 1999 tarihinde, Maraş’a gönderilen silahların perde arkasını haberleştirmeden önce rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’yla Ankara’da, BBP Genel Merkezinde görüştüm. İlk görüşmemiz ve tanışmamız da bu şekilde oldu. 

Soner Yalçın’ın kitabından ve iftarsıdan, yazılanlardan haberdar değildi. Kitabı görmemişti. Konudan sayemde haberdar oldu. Olayın gerçeğini anlattı. Soruşturma dosyasının bir örneğini kendisine verip veremeyeceğimi sordu. Dosyanın bir fotokopisini çektirip, haber sonrası kendisine Mecidiyeköy’deki BBP İstanbul İl Başkanlığı’nda teslim ettim.  Aksiyon’da haber yayımlandıktan sonra da o dönem BBP’ye yakınlığıyla bilinen bir gazetede (ismini şuan hatırlayamıyorum), haber üç gün dizi halinde alıntılandı. O gazete arşivimde duruyor ancak tutuklu olduğum için ismini şimdi hatırlayamadım.  

Muhsin Yazıcıoğlu’yla tanışmam Soner Yalçın’ın kitabındaki doğru olmayan bu bilgi ve benim Aksiyon dergisinde 1999 yılında yaptığım işte bu haber sayesinde olmuştu. Zaman zaman kendisiyle görüşürdüm. Namusluydu, mertti, cesurdu ve en önemlisi de haram yemeyen biriydi. O, Türk siyasetinin kire, çamura, pisliğe bulaşmamız birkaç isminden biriydi. Ülkesine aşıktı, milletine aşıktı ve vefalıydı. 

O bende buydu.  

O GÜN…  KAZA GÜNÜ 

Rahmetli Yazıcıoğlu’nun helikopterinin düştüğünü öğrendiğimde, zaman benim için durmuştu. Sadece ellerimi yaradana açıp dua etmeye başlamıştım. Aklıma kötü şeyleri getirmeden, sağ bulunması için dua ediyordum. Elimden başka da bir şey gelmiyordu…

Sonrasını biliyoruz. Günlerce aramalar ve naaşına köylülerin ulaşması… 

Muhsin Yazcıoğlu’nun yeri bende buydu. Bende yeri böyle olan bir insanın ölümüne ismimin pervasızca karıştırılmaya çalışılması, yeminimi bozmama neden oldu. 1995 yılında gazeteciliğe başladım ve tek bir haber kaynağımı ifşa etmedim. İletişim Fakültesi gazetecilik bölümünde hocalarımdan bunu öğrendim. Meslek büyüklerimden bunu öğrendim. Bugün ilk kez yapmadığım bir şeyi yapacağım.  Haber kaynağımı açıklayacağım.  

Muhsin Yazıcıoğlu haberimin kaynağı, BBP İstanbul İl Başkanlığı avukatları ve ailenin, Muhsin Yazıcıoğlu davasının avukatı Kemal Bey’di. 

Detayları anlatayım. 

Nedim ve onun gibi “FETÖ hastalığına tutulanlar”, her olayın ardında “FETÖ izi arayanlar” gerçeği öğrenip, kendilerine işkence yapmaya devam etmesinler. İyileşme yolunu biran önce bulsunlar...

1977 yılında Iğdır’da doğdum. Doğumumdan iki ay sonra babamın tayini Iğdır’dan, Erzurum’un Oltu ilçesine yapıldı. Oltu’ya taşındık. 10 yıl burada kaldık. Sonrasında Erzurum’un Hınıs ilçesi ve Erzurum merkeze babamın tayini çıktı. Yaklaşık 17 yıl Erzurum’da bulundum. 

Muhsin Yazıcıoğlu, Erzurum-Oltu” arasında bir irtibat olduğu için bu detayları yazıyorum. 

Yıllar sonra ise İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik bölümünü kazandım. Okula kayıt yaptırmak için Erzurum’dan otobüse binmiş ve İstanbul’a doğru yola çıkmıştım. Yan koltuğumda iki kişi oturuyordu. Erzurum’un Hasankale ilçesinden geliyorlardı. Biri İstanbul Siyasal fakültesini diğeri  ise benimle aynı okulu Gazetecilik Bölümünü kazanmıştı. Onlar da kayıt olmak için İstanbul’a gidiyorlardı. 

Otobüste sınıf arkadaşım olacak kişiyle tanıştım. Arkadaşlığımız samimi olmasa da uzun süre devam etti. Hem okuyup hem de çalışmaya başladım. Akşam gazetesi yayın hayatına tekrar başlamıştı ve ben de okuldaki ajanstan sonra, orada mesleğe ilk adımımı attım. 

Otobüste tanıştığım Erzurum Hasankale’li sınıf arkadaşım ise birkaç yıl sonra Aksiyon dergisinde stajyer olarak işe başlamıştı. Sanırım yıl 1996-97 olacak. Aradan birkaç hafta geçmemişti ki işe yeni girdiği dergiden ayrıldı. Dergi haberciliğini sevmemişti ve ona göre değildi. Oldum olası hep TV sektöründe çalışmak istiyordu ve kısa süre sonra Kanal 6 televizyonunda işe başladı. 

Aksiyon dergisinden ayrılınca, Aksiyon’daki yetkili kendisine dergide çalışmak isteyen okul arkadaşı olup olmadığını sormuş. Çalışabilecek isimler olursa kendileriyle irtibata geçirmesini istemiş. 

Okulda iki yakın arkadaşım vardı. Kantinde bu arkadaşlarla otururken yanımıza geldi. Masamıza oturdu. Aksiyon dergisinde işe girip ayrıldığını söyledi. Dergide işe girdiğini ve çıktığını da bu sayede öğrenmiş olduk. Zaten iki haftalık kısa bir maceraydı. Derginin stajyer çalışan aradığını, çalışıp çalışamayacağımızı sordu. Mesai saatleri esnekti. Haftanın beş günü çalışılacaktı ancak okul ve dersler için izin verilecekti. Hem okula gidip, hem de çalışma imkanı vardı. Ücreti de bir öğrenci için fena değildi. Bir süre düşünmek istedik. 

Dergi haberciliği istediğim bir alandı. Aksiyon dergisi de o dönemin en popüler haber dergisiydi. Aktüel ve Tempo dergileri döneme ayak uydurmuş ve “kadın bedeni” üzerinden satış yapma stratejisini tercih etmişti. Kadınları soyup, kapak yaparak satış yapacaklarını düşünüyorlardı. Nokta dergisi ise eski günlerini arıyordu. Aksiyon dergisi bu alanı domine etmişti. Hatta bu alanda tek dergiydi.  

Biz iki arkadaş dergi yönetimiyle görüşelim dedik. Erzurum’lu arkadaşımızın bizim için randevu aldı. İş görüşmesine gittik… “Stajyer” olarak işe alındık.   

Dergide çalışmaya başladığımda yan masamda, iki ay önce benim gibi stajer olarak işe başlayan Yasin isimli bir arkadaşım vardı. Yanına gün içinde “fotoğraf servisinde, karanlık odada” çalışan bir kişi geliyordu. Bu kişiyle beraber yemek yemeğe gidiyor, çay içmeye iniyorlardı. Bu iki isim samimiydi. 

Yasin’in yanına gelip giden kişiyle ben de tanıştım. Bir süre sonra da samimiyetimiz arttı. Adı; Köksal Akpınar’dı. Çocukluğumun geçtiği Erzurum’un Oltu ilçesindendi. Orada doğmuştu. Zaman zaman onların servisiyle maç da yapardık. Çok iyi futbol oynadığım için haftada birkaç kez maç yapardım.   

Aksiyon dergisinde sanırım 3 buçuk yıl çalıştım. Köksal’la da bu süre boyunca hemen hemen hergün görüştük. Dergide sigara içmek için bir teras yapılmıştı. Kurumda sigara içen sayısı azdı. Sigara terasına Köksal’ların biriminin yanından çıkılıyordu. Terasa çıktıkça o da çayını alır ve gün içinde sohbet ederdik. Köksal, milliyetçi bir isimdi. Büyük Birlik Partiliydi. Uzun yıllardır Zaman gazetesinde çalışıyordu.  

Aksiyon dergisinde sanırım 3 yıl 6 ay çalıştım. O dönem dergide “Ahmet Davutoğlu, Beşir Ayvazoğlu, Nihal Bengisu Karaca, Mustafa Özcan, Mustafa Özer, Hasan Kaçan” gibi sağ kesimin bugün popüler olan isimleri de vardı. Dergide her renkten isimler vardı.   

DERGİDEN ATILDIM 

“Kurum kültürüne uymamak” gerekçesiyle Aksiyon dergisinden 2000 yılı Haziran ayında atıldım. “Kurum kültüründen” kasıt da “cemaat kültürüydü.” 

Tazminatım da verilmemişti. Tazminatımı vermiyorlardı. Kendi belirledikleri bir rakam vardı ve bunu kabul etmemi istiyorlardı. Belirledikleri rakam ise hakettiğim rakamın dörtte biriydi. Beni attıklarında, gazetecilik sigortamı yatırmadıklarını da öğrendim. Alın terim sömürülmüştü. 

Hak ettiğim paranın dörtte birini almayı kabul etmem imkansızdı. Eksik tazminatı alsam, hukuken hakkımdan vazgeçmiş sayılacaktım. O dönem kanunlar maalesef böyleydi. Kanunlar işverenden yanaydı. 

Nişanıma iki ay vardı. Beni işten atmışlar, sigortalarımı yatırmamışlar ve beni beş parasız bırakmışlardı. Cebimde son maaşım haricinde param da yoktu. Bu durumu biliyorlardı ve bu durumdan faydalanıp dörtte bir parayı kabul etmeye beni zorluyorlardı. 

Kabul etmedim. Tazminatımı alamadım ve Aksiyon dergisiyle mahkemelik olduk. Avukatım da Cumhuriyet gazetesinin çok tanınan avukatıydı. Mahkemem devam ederken, 2001 yılında ABD’ye gittim. Mahkeme takip edilmediği için sonrasında düşmüştü. (O tazminatı hiç alamadım.) 

Dergiden ayrılmam, bir yıl sonra ABD’ye gitmemle birlikte, Köksal’la da yollarımız ayrıldı.  

2005 yılında Türkiye’ye geri döndüm. Basın ekspres yolunda bir gazetede iş görüşmesine gittim. Yazı İşleri Müdürünü geçmişten tanıyordum. Gazetede işe başlayabileceğimi söyledi. ABD’den yeni gelmiştim ve henüz annemi, babamı, kardeşlerimi görmemiştim. “Ülke özlemini gider, anneni babanı Erzurum’a gidip ziyaret et ve 15 gün sonra gel işe başla” dedi. Kabul ettim ve oradan ayrıldım. 

Gazeteden çıkmış eve doğru yol almaya başlamıştım. Yenibosna’ya geldim. Tabeleyı görünce yolumu değiştirdim. Aksiyon’dan maceralı bir şekilde “atılmıştım” ancak orada samimi olduğum bazı arkadaşlarım vardı. Onları görmek, çaylarını içmek üzere yolumu Yenibosna’ya çevirdim.  

Dergi binasına geldiğimde, sokakta Erzurum’lu olan bir müdürle karşılaştım; Bülent Korucu. 

Ben Aksiyon’da çalışırken o Zaman gazetesinde çalışıyordu. Kendisiyle çok samimi olmasak da ben 17 yıl Erzurum’da kaldığım için aramızda Erzurum’dan dolayı bir iletişim kurmuştuk. Bu kişi 2005 yılında CİHAN Haber Ajansı’na Genel Müdür olarak atanmıştı. Göreve yeni başlamıştı. Ajans da Aksiyon dergisinin hemen yanındaki binadaydı. Aksiyon’daki bazı arkadaşları görmek isterken sokakta onunla karşılaşmıştım.  

Yıllar sonra beni gördüğüne sevindiğini söyledi ve odasına çay içmek üzere davet etti. Odasına çıktık. Yeni görevi için kendisini tebrik ettim. Projelerinden bahsetti. Kendisiyle çalışmamı istedi. Ajans, dünya televizyonlarıyla işbirliği yapmak istiyordu ve yabancı dil bilen isimlere ihtiyacı varmış. Amerikadan yeni geldiğim, yabancı dil bildiğim için onlarla çalışmamı arzuladığını söyleri. 

Başka bir gazeteyle yarım saat önce anlaşmıştım. Teklifini düşünmemi söyledi. Bana kurumda sunduğu pozisyon, maaşı gazeteye göre biraz iyiydi. Türkiye’ye yeni dönmüştüm ve bu teklif daha cazipti. Ancak yarım saat önce anlaştığım eski müdürümü de yarı yolda bırakamazdım. 

Çıkışta onu aradım. Olanlardan bahsettim. Hiç düşünmeden CİHAN’da işe başlamamı, memnun kalmazsam kapısının her zaman bana açık olduğunu söyledi. Kendileri de Cihan’la çalışıyorlarmış. Benim o kurumda olmamın da kendileri için daha iyi olacağını söyledi. (Cihan’da çalışırken bu gazete yöneticisiyle çok haber paslaştık. Şehir dışına ya da yurt dışına bir haberi takip için gitmişsen, benim olduğum yere gazetesinden muhabir göndermezdi. Bu sayede tasarrufta bulunurdu. Ben kendilerine bulunduğum yerden haber geçerdim.) 

CİHAN Genel Müdürü’yle tekrar konuştum. Aksiyon dergisinden 2000 yılında “kurum kültürüne uymamak, sigortamın yatırılmaması, tazminatımın verilmemesi, işten atılmamı, mahkemelik olmamı” kendisine hatırlattım. Cemaatin yayın organıyla bir diğer anlatımla “cemaatle mahkemelik olmuştum.” Bu durum o yapı için büyük bir olaydı.  Kendileriyle mahkemelik olan bir kişiyi tekrar işe almak büyük bir olaydı. 

Genel müdür bu olayın sorun yaratmayacağını, kendisinin çıkabilecek sorunları çözeceğini söyledi. Kısa bir süre sonra da işe başladım. 

2005 yılında Başbakan Erdoğan’ı takip etmek, canlı yayınları yapmak, yurt dışı operasyonları yönetmek, organize etmek görevleriyle işe başladım. Birimde beş kişiydik. Başbakan Erdoğan’ın açılış işlerinden sorumlu kişiler de benden çok memnun oldukları için geçmişte yaşadığım mahkeme olayım, kurumda sorun olmaktan çıktı. 

Köksal Akpınar’la yolumuz burada bir kez daha kesişti. O da fotoğraf servisinden ayrılmış ve ajansın günlük ana haber programında çalışmaya başlamıştı. CİHAN, günlük bir saat ana haber programı yayınlıyor bu da aynı anda 81 ilde, yerel televizyonlarda canlı yayınlanıyordu. Programda hem seslendirme hem de muhabirlik yapıyordu. Programına canlı yayınlarla haberin olduğu yerlerden bağlantı kuruluyordu ve bunu da ben yapıyordum. Canlı yayın araçları bize bağlıydu. Ve yine burada da sigara odası vardı ve oda Köksal’ların haber montajı yaptıkları odanın içindeki terastaydı.  

Kurumda, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın tüm canlı yayınlarını yaptık. Yurtdışından yayınlar yaptık. Savaş bölgelerinden canlı yayınlar yaptık.  Kısacası haber neredeyse biz orada olmaya çalışıyorduk. 

Bir süre sonra bazı kurum çalışanları, kurum kültürüyle tekrak sorunlar yaşamaya başladım. Kurumdaki bazı müdürler, editörler gazetecilik yapmadıkları halde, “mış” gibi yapıyorlardı. En iyi bildikleri iş ise, üstlerine “yalakalık” yapmaktı. “Riya, iki yüzlülük” paçalarından akıyordu. Kurumun üst katında mescit vardı. Bu kişiler “namaz kılmayanları” fişleyip, yönetime bildiriyorlardı. 

Beni yakından tanıyanlar bilirler. Bu tür kişilere hayatım boyunca hiç pabuç bırakmadım. Böylesi durumlarda sorunu içime atmam. Söyleyeceklerimi insanların yüzüne direkt söylerim. Toplantılarda “hallerini” yüzlerine vurdum. Çekinmeden, korkusuzca bunu yaptım. Bu tavrım rahatsızlık yarattı. Namaz kılmadığı halde, bu “müdürlerin” göz hapsi korkusundan mescide gidenleri gördükçe üzülüyordum. 

Bu duruma çok sert tepki gösterdim. “Allah mısınız ki hesap sormaya çalışıyorsunuz” diye bir Yayın Yönetmenine toplantıda çıkıştım. İnsanları zorla riya ve iki yüzlülüğe sevk ettiklerini söyledim. 

Bu kişiler her toplantı sonucunda soluğu Genel Müdür’ün odasında alıyorlardı. Beni, müdüre şikayet ediyorlardı. Onların bu hallerine gülüp geçiyordum. Genel Müdürle son görüşmelerinde “Baransu toplantılara katılmasın” kararı almışlardı. Sabah haber toplantılarına alınmamaya başladım. Yasaklanmıştım, yasaklıydım. O kişiler rahatlamışlardı. 

Genel Müdürle görüştüm. Bu kurumun, bu mantıkla iş yapmasının mümkün olmadığını, müdürlerine çok güvendiğini, bu kişilerin “iki yüzlü” olduklarını, kurumun önünü kapattıkları söyledim. Kurumu değil kendilerini düşünüyorlardı. 

Genelmüdür’den hayatım boyunca unutamayacağım bir cevap aldım; “Benimle onlar arasında bir tercih yapmak zorunda kalırsa onları tercih edeceğini, onlara inanacağını” söyledi. Bir de toplantıda bir isim verdi. O isimle yıllar sonra Silivri’de aynı hapishanede yattım ve hastanede karşılaştık. 

Cemaat “kendi çocuklarına” güveniyor ve onları koruyordu. Onları her şeye rağmen korumakta kararlı olduğunu bir genel müdür açık açık söylüyordu. 

 Aradan birsüre geçti. 2007 yılı Temmuz ayında, 22 Temmuz seçimlerden birkaç gün sonra her gün toplantı için gittiğim Genel Müdür Yardımcısı’nın odasına telefonla çağrıldım. Telefonu kapatır kapatmaz kalbime, “seni işten atacaklar, yukarıda bunu sana söyleyecekler” diye bir his geldi. Odadaki arkadaşalara bu hissi söyledim. Bana “saçmalama” dediler. 

Yukarı çıktım. Yine “kurum kültürüne uymadığım” gerekçesiyle işten atıldığım yüzüme Genel Müdür Yardımcısı tarafından söylendi. Beni işe alan, başka gazeteyle iş anlaşması yapmama rağmen kendileriyle çalışmam için bana teklif yapan Genel Müdür Bülent Korucu ise ortalıkta görünmüyordu. Karşıma çıkıp, “işten seni attım” deme cesaretini bile gösteremiyordu. Benden kaçıyordu. 

Seçimlerden iki ay önce tüm Türkiye’yi Başbakanla birlikte dolaşmış, mitingleri takip etmiş ve uykusuz kalmıştım. İki ay içinde uykusuz araba kullanmış, tam 5 kez ölümle burun buruna gelmiştim. İşler yetişsin diye uykusuz kaldığım, ölümle burun buruna geldiğim kurum, beni tekrar işten atmıştı. Genel Müdür işten atıldığımı bile yüzüme söyleme cesareti gösteremiyordu. Yardımcısıyla bana durumu tebliğ etmişti. 

Genel müdürün sekreterine not bıraktım. Kendisiyle görüşmek istiyordum. Tek bir amacım vardı, gözlerinin içine bakmak. Kendisine bir soru sormak. 

Sekreterine bahaneler uydurup benden kaçıyordu. 

İşten atılmama rağmen tam bir hafta işe gidip, yan taraftaki kafede oturdum. Eski mesai arkadaşlarım bu duruma bir anlam veremiyorlardı. İşten atılmıştım ancak bir haftadır işe geliyordum. Kuruma girmeyip, yan taraftaki kafede oturuyordum. Amacım, genel müdürle yüz yüze gelmek ve ona tek bir soru sormaktı. 

O beni iyi tanıyordu. Benden kurtulamayacağını, gerekirse bir yıl o kuruma her gün gideceğimi, onunla yüz yüze geleceğimi, inadımı, ısrarımı biliyordu. Gazetecilikte de aynı ısrar, beni diğer meslektaşlarımdan farklı bir noktaya getiren etkendi.  

Genel müdürü sonunda yakaladım. Benimle görüşmeye artık mecbur kalmıştı. Odasında görüştük. “Kafasını yastığa rahat koyup koyamadığını” sordum. 

Koyamıyorum” dedi. 

Bu, sözün bittiği yerdi. 

Bu cevap, başka bir söze de soruya da gerek bırakmıyordu. Bunu diyen birine ne diyebilirdim ki. Kendisine başarı diledim. Cihan’dan 2007 yılında atıldıktan sonra Köksal Akpınar’la yine yollarımız ayrıldı. 

HABER KAYNAĞIM VE NTV İDDİASI

Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun şehadetinden aylar sonra Köksal beni telefonla aradı. Tarih 19 Eylül 2009’u gösteriyordu. Benimle görüşmek istiyordu. Niçin görüşmek istediğini ise telefonda söylemedi. Sesi telefonda bir garipti. Sanki konuşmamızı devlet kaydediyor o da kaydedildiğini bildiği için dikkatli konuşuyor gibiydi. Konuşmadan aldığım izlenim buydu. Bu durumu garipsedim. Üstlemedim ve buluşma teklifini kabul ettim. 

Sanırım bir gün sonra Mecidiyeköy meydanda buluştuk. Beni iki kişiyle tanıştıracağını söyledi. Bu kişiler az ileride bir restorantta oturuyorlarmış. Bu nedenle telefonda öyle garip davranmak zorunda kalmış. 

Polat Holding’in arkasında, Profilo alışveriş merkezine giden yolda köşedeki caminin altındaki restoranta gittik. Masada iki kişi vardı. Kendileriyle tanıştım. BBP İstanbul İl Başkanlığı avukatları olduklarını söylediler. Alperen Ocaklarında da görev yapıyorlarmış. 

Muhsin Yazıcıoğlu soruşturmasını benimle görüşmek istiyorlarmış. Soruşturmayı İstanbul’dan takip eden avukatlarmış. Köksal’la tanışıklığımı bildikleri için ondan benimle tanışmak ve konuşmak için ricada bulunmuşlar. O da beni bu nedenle aramış. 

Benimle buluşmak istemelerinin nedeni ise Kahramanmaraş savcılığındaki Muhsin Yazıcıoğlu dosyası ve soruşturmasıymış. Maraş’ta bir soruşturma dosyasından bahsettiler. Olayın kaza değil suikast olma ihtimali üzerinde duruyorlardı. Bu yönde şüpheleri vardı. 

Köksal’ın bir gün önce telefondaki sesisin garipliğinin nedenini böylece anlamış oldum. 

Ellerindeki deliller de şüphelerini artırıyordu. Savcılıın soruşturma dosyasında olan belgeleri benimle paylaşmaya ve anlatmaya başladılar. Savcılık dosyası, avukat oldukları için kendilerindeydi ve konuşmaya başladık.  

Dosyada o gün yapılan aramalarda rahmetli Yazıcıoğlu’nun bulunduğu yerin nokta atışı tespit edilmesine rağmen, aramaların farklı yerlerde yapıldığından bahsettiler. Haritalar gösterdiler. Kamuoyunda şuan gösterilen haritaları ben o dönemde gördüm ve aldım. 

Yazıcıoğlu’nun helikopterinin düşmesinden önce, NTV televizyonunca yapılan aramaların dosyadaki kayıtlarını gösterdiler. Sayfalarca HTS kayıtları vardı. Savcının imzasıyla ve üst yazılarıyla kayıtlar dosyaya girmişti. TİB kayıtları göndermişti. Avukatların talebi üzerine bu belgeler dosyaya girmişti. 

Kayıtlara göre helikopter düşmeden iki saat önce NTV, kesintisiz Muhsin Yazıcıoğlu’nu cepten aramıştı. Sinyaller görünüyordu. Saatlerce arama kesilmemişti. Onlara göre bunun iki nedeni vardı; “Bu aramalar bir sinyal yaratmıştı ve helikopter bu nedenle düşmüştü. Yazıoğlu’nun bulunması bu amaçla geçikmişti.” 

Almanya’dan, çeşitli ülkelerden mühendislerle görüşmüşlerdi. Mühendisler, telefon aramasıyla helikopterin düşebileceğini, teknik olarak bunun mümkün olduğunu kendilerine anlatmışlardı. Bu mühendislerin isimlerini benimle paylaştılar. (O isimlerle ben de daha sonra görüştüm.) NTV, İsrail arasında bir bağlantı kuruyorlardı. 

Dosyada sadece bu bilgi değil onlarca belge vardı. Her belge de onların şüphelerini artırıyordu. Arama anında yapılan eksikliklerden ve onlara göre kasıtlardan bahsettiler. Arama bölgesinde bir Albay’ın (Yarbay da olabilir) ifadesini bana gösterdiler. Bu kişi, verdiği ifadede  şöyle diyordu; “Tam enkaza yaklaşıyoruz, Ankara’dan Genelkurmay’dan gelen telefonla bizi kilometrelerce öteye gönderiyorlar.” 

Bu ifade onlarda kuşku yaratmıştı. Olayın “Ergenekon’la, derin devletle” bir bağı olduğundan şüpheleniyorlardı. Şüphelerinin nedeni ise Rahmetli Yazıcıoğlu’nun, bu yapıyla  ilgili kameralar karşısında söyledikleri ve onlara karşı gelmesiydi.   

İHA muhabiri rahmetli İsmail Güneş’in ölüm saatiyle ilgili kuşkuların olduğunu, çenesi kırık olan bir kişinin konuşamayacağını söylediler. Adli tıp raporlarını gösterdiler. Adli tıp raporlarına göre Güneş’in ölüm saati belliydi ancak Güneş, bu saatten sonra acil servisle konuşmuştu. Ölü olan kişi konuşamazdı. Enkazdan çok uzak bir yerde bulunması kuşkularını artırıyordu. Tüm kuşkulu durumları benimle  paylaştılar. 

Hatırladığım kadarıyla ilk görüşmemizde ya da sonraki görüşmelerimizde, o gün bir F-16 jetinin bölgede olma ihtimali olduğunu da söylediler. (Kendileriyle 5-6 kez buluşup görüştük.) 

Özetle, bugün kamuoyunda paylaşılan tüm bilgileri benimle paylaştılar. Benden hem yardım istiyorlardı hem de haberi yapmamı arzu ediyorlardı. İstedikleri yardım, olayın asker ayağında bir ihmal ya da kasıt olup olmadığını araştırmamdı. Haber kaynaklarıma bu bunu sormamı ve ardından da haber yapmamı istiyorlardı. 

Belgeleri kendilerinden aldım ve konuyu araştıracağmı söyledim. Daha sonra tekrar buluşacaktık. Konuyu araştırmaya başladım. 

Sanırım aradan 4 gün geçti. Köksal beni bir kez daha aradı. Avukatlarla bir kez daha görüştük. Hatırladığım kadarıyla 26 Eylül 2009 tarihinde aynı yerde buluştuk. Yemek yiyip konuştuk. Dosyadaki yeni bilgileri benimle paylaştılar.  Avukatlarla hep aynı yerde buluşuyorduk. Restoranın girişinde camekanlı yerde oturuyorduk. Dışarıdan tüm insanlar bizi görüyordu. Bir görüşmemizde de hava iyiydi ve camekanlar açılmıştı. Isıtıcılar çalışıyordu.  

BENİ NİÇİN DİREK ARAMADIKLARINI SORDUM. TELEFONLARIN DİNLENMESİNDEN ÇEKİNDİKLERİNİ SÖYLEDİLER

Köksal üzerinden beni aramışlardı ve kendileriyle tanışmıştık. Kendilerini arayıp arayamayacağımı sordum. Benim ve kendilerinin telefonlarının dinlenme ihtimalı olduklarını, bu soruşturmadaki gerçeklerin karartılacağı endişesi taşıdıklarını belirtip soruşturmanın selamati için şu aşamada direkt irtibat kurmak istemediklerini söylediler. Olayın asker ayağı vardı ve benim de telefonlarımı askerlerin dinlediği ortaya çıkmıştı. Telefonda konuşursak, soruşturma dosyasının karartılma ihtimalinden bahsettiler. 

Endişelerine saygı duydum. Kart vizitlerini benimle paylaştılar. Cep telefonlarını aldım. Haber çıktıktan sonra cep telefonuyla bir isile görüştüm. (Avukatın ismini hatırlayamadığım için HTS kaydıma bakıp belgesini şuan sunamıyorum. Taraf gazetesinin santralinden de aramış olabilirim.) 

AİLENİN AVUKATI VE MUHSİN YAZICIOĞLU’NUN AVUKATI KEMAL BEYLE GÖRÜŞTÜM. AVUKATLARI BANA O YÖNLENDİRMİŞ

Avukatlarla görüşmemizde, dosyayı asıl takip edenin Yazıcıoğlu’nun ve ailenin avukatı Kemal Bey olduğunu öğrendim. Maraş’ta soruşturmayı takip eden asıl avukat Kemal Beymiş. Kemal Bey’in bana kartını ve cep telefonunu verdiler. Kemal Beyi medyadan tanıyordum. Ailenin ve Yazıcıoğlu soruşturmasının avukatıydı. Medyada beyanatları olmuştu. Ondan da gerekli bilgiyi alabileceğimi söylediler. 

Kemal Beyi, gazeteye gittiğimde aradım. Hatırladığım kadarıyla Maraş’ta olduğunu söylemişti. Bu iki avukat arkadaştan bahsettim. Onları tanıdığını, benimle görüştüklerinden haberdar olduğunu, benimle görüşmelerini de onlara kendisinin söylediğini açıkladı. İstanbul’da Yazıcıoğlu dosyasını takip eden partinin avukatlarıymış. BBP’nin avukatlarıymış. 

Kemal Bey’e avukatların anlattıklarından bahsettim. Dosyayı onlara kendisinin gönderdiğini, tüm anlatılanların doğru olduğunu söyledi. Avukatların anlattıklarının tamamını doğruladı. Hatta dosyaya yeni bilgiler girdiğini belirtip, bu bilgileri bana maille gönderebileceğini söyledi. Mail adresimi aldı ve bana mailden soruşturma dosyasına giren yeni belge ve bilgi gönderdi. 

Kendisiyle konuştuktan sonra konuyu araştırmaya devam ettim. 

Elimde çok fazla araştırmam gereken haber konuları olduğu için bir konuya tamamen yoğunlaşamıyordum. Öyle ki insanlar bana tarla sorunlarıyla ilgili belge ve mektuplar gönderiyordu. “Mehmet Bey sorunumuzu ancak siz çözebilirsiniz” diyorlardı. Postadan gelen belgeleri araştırmak bile vaktimi alıyordu. Çoğuna vakit bulamıyordum.  

Yazıcıoğlu soruşturmasıyla ilgili tanıdığım bazı isimleri aradım. Soruşturmadaki iddialardan haberdar olup olmadıklarını sordum. Bana bu konuyla ilgili yardım edip edemeyeceklerini, edebilecek bir isim verip veremeyeceklerini sordum. 

Bu görüşmelerimin ardından o bölgeye yakın bir yerde bir jetin olduğu bilgisini teyit ettim. Bir sonraki görüşmemizde bu bilgiyi avukatlarla paylaştım. Bölgede F-16 varlığı bilgisi benim sayemde teyit edilmiş oldu. (Bu bilgiyi avukatlarla paylaşmamın ardından, jet bilgisi bir süre sonra doğrulandı. Erzurum Oltu’daki askeri birlik, radar kayıtlarında jetin varlığı ortaya çıktı. Bu bilgiyi avukatlara veren kişi bendim. Benim bu bilgiyi tespit etmem üzerine konuyu araştırdılar ve bu bilgiye ulaştılar.) Arama bölgesindeki askerleri farklı noktaya yönlendiren Genelkurmay Başkanlığı’ndan yapılan aramayı ise doğrulatamadım.

Avukatlarla yaptığım görüşmelerden Ahmet Altan ve Yasemin Çongar’a bahsettim. Soruşturma dosyasını, iddiaları kendilerine anlattım. Böyle bir haber üzerinde çalıştığımı, haberim henüz “ham” olduğunu, olgunlaşması için araştırmalarıma devam ettiğimi açıkladım. Haber tamamlanırsa kendilerini konudan haberdar edecektim. 

Konuyla ilgili araştırmalarıma devam ediyordum. Haber henüz yayımlanacak aşamada değildi. Avukatlarla bir iki görüşme daha yaptım. Kemal Beyle de tekrar görüşüm. 

AJANSLAR MUHSİN YAZICIOĞLU HABERİNİ GEÇMESE TARAF’TA O GÜN O HABER ÇIKMAYACAKTI! 

Haberin Taraf gazetesinde o gün çıkmasının sebebi ise Ankara’dan ajansların medya kurumlarına geçtiği bir haberdi. Ajanslar (A.A ya da İHA) Muhsin Yazıcıoğlu soruşturmasıyla ilgili abonelerine bir haber geçmişti. (Taraf gazetesindeki haberden bir gün önce)

Taraf gazetesinin yönetimi, (Altan, Çongar) ajansın tüm gazete ve televizyonlara bu haberi geçmesi üzerine alelacele beni aramaya başlamıştı. Sanırım Motorola ince teleonum vardı ve sık konuştuğum için şarjı devamlı bitiyordu. Telefonumun şarjı bittiği için bana ulaşamamışlardı. 

O gün öğlen saati ya da öğleden sonra gazeteye geldim. Yasemin Çongar beni gördü ve beni beklediklerini söyledi. 

Sanırım Anadolu Ajansı o gün Yazıcıoğlu dosyasıyla ilgili Ankara’dan bir haber abonelere geçmiş. Savcılık soruşturması da olabilir. Bir AKP’li siyasetçi de açıklama yapmış olabilir. Üzerinden uzun yıllar geçtiği için şuan hatırlamıyorum. Yazıcıoğlu soruşturmasıyla ilgili haber abonelere geçilince, yazı işleri de benim elimdeki dosyayı acilen manşet yapma kararı almış. (Anadolu Ajansı ya da bir başka ajans da olabilir. Hatırladığım AA’ydı. Tutuklu olmasam haberimden bir gün önce abonelere geçilen o haberi ve ajansı bulurdum) 

Çongar, ajansın geçtiği haberi anlatıp, elimdeki haberi hemen yayına hazırlamamı, o gün manşet yapacaklarını söyledi. Ajansın abonelerine geçtiği haberden sonra haber elimizde patlayabilirdi. Bu endişeyi taşıyorlardı. 

Kendisine haberin henüz hazır olmadığını, yapmam gereken bazı araştırmalar olduğunu söyledim. Haberi bekletemeyeceklerini, avukatların bana verdiği belgeleri yazı işlerine getirmemi söyledi. Belgeler yanımda, çantamdaydı. Dosyayı yazı işleri masasına koyduk. Tüm iddiaları, belgeleri yazı işlerine de gösterdim. Tekrar yazı işlerine iddiaları anlattım. Çok sayıda iddia vardı. 

Yaziişleri “NTV iddiasıyla habere başlayalım, sonra diğer iddiaları gün gün haberleştiririz” diye karar aldılar. Dosyadaki tüm ididaları dört gün boyunca yayımlama kararı aldılar.  

Yazıişlerine, “NTV’yi aramadığımı, onlarla konuşmamız gerektiğini” söyledim. Yasemin Çongar, NTV’yi kendisinin arayacağını, yetkili ismi tanıdığını söyledi. NTV kısmını o halledip, habere koyacaktı. Vaktimiz sınırlıydı ve gazetenin baskı saati yaklaşıyordu. Haberi çok acil hazırlamamı söylediler. NTV iddiasıyla habere başlayacaktık. Bunu acilen yetiştirmeliydim. Gazetenin baskı saati yaklaşıyordu. Zamanla yarışa girmiştim. Haber en geç 16:00’da hazır olmalıydı. 

NTV iddiasını yazmaya başladım. Sınırlı saatim vardı. Yazı işleri de NTV yönetimiyle görüştü. Yasemin Çongar NTV’den bir yetkiliyle konuştu. Hatırladığım kadarıyla o kişi yurtdışındaydı. Çongar’a söylediklerini benim yazdığım bölümle birleştirdiler ve haber yayına girdi. Sonanda haberi baskı saatine yetiştirmiştik. 

Ertesi gün ortalık karıştı. NTV, kaza öncesi değil, kaza sonrası Yazıcıoğlu’nu aradıklarını açıkladı. Yayımladığımız belgeler resmi belgelerdi. Resmi belgelere göre arama kaza öncesini gösteriyordu. 

Ruşen Çakır beni aradı. Kendisini haber öncesi niçin aramadığımı sordu. Sitemli ve kızgındı. Fazlasıyla da öfkeliydi. Yasemin Hanım’ın NTV yetkilisiyle görüştüğünü, NTV’yi arama işini onun yaptığını söyledim. Bu nedenle aramamıştım. 

Bu haberim Ruşen Çakır’da çok derin izler bıraktı. Her bulunduğu ortamda bu haberi gerekçe gösterip, “Cemaat beni tutuklatmak istiyordu” dedi. Halen de öyle düşünüyor. Bu yazımı okuyunca olayların hiç de kendisinin düşündüğü gibi olmadığını umarım anlar. Ruşen Çakır’ın nasıl bir tepki verecğini de doğrusu merak ediyorum. Fikrinin değişmeyeceğini de düşünüyorum. Cüneyt Özdemir bana Ruşen Çakır’la bir kavgasını anlatmıştı. Bir seçim gezisi sırasında kavgalı oldukları için otobüsü üstünde yaşadıklarından bahsetmişti. Ruşen’in çok “kindar ve olayları asla unutmayan biri” olduğunu söylemişti. Fikrinin değişmeyeceğinin düşünmenin nedeni Cüneyt’in bana anlattıkları.   

Tekrar konumuza dönecek olursam. NTV’nin haber sonrası yaptığı açıklamanın ardından, BBP’li avukatlarlardan birini cep telefonundan aradım. Tekrar soruşturma dosyasına baktılar. Savcılıktan dosyayı tekrar aldılar. Ve belgelerin aynı olduğunu bana söylediler. Avukatlar ve ben açıklamaları anlamaya çalışıyorduk. Resmi belgeler kaza öncesi aramaları gösteriyordu. Arama saati Türkiye Saati olarak görünüyordu. Üstelik belgelerin üzerinde savcılığın mührü vardı.  

Hatırladığım kadarıyla o gece yine avukatlarla Mecidiyeköy’de buluştuk. Köksal da gelmişti sanırım. Tekrar tekrar belgelere baktık. Belgeler savcılık soruşturmasındaki resmi belgelerdi ve bir yanlışlık görünmüyordu. Bu tartışma tam üç gün sürdü. Üç gün bu aramanın saati konuşuldu ve olay çözülemedi. NTV kaza sonrası aradığını açıklıyor, savcılık belgeleri ise kaza öncesini gösteriyordu. 

Telekominikasyon İletişim Başkanlığı’nı aradım. TİB Başkanından açıklama istedik. Belgeleri savcılığa gönderen kurum TİB’di. TİB de olayı çözmeye çalıştıklarını, anlamaya çalıştıklarını söyledi. Belgelere göre arama kaza öncesini gösteriyordu. Başkan’la ben sanırım iki kez görüştük. Ahmet Altan da Başkanla birkaç kez görüştü. İki gün sonra TİB Başkanı bizi aradı ve hatanın kendilerinden kaynaklandığını, savcılığa yanlış saat gösteren evrak gönderdiklerini  açıkladı.  

NTV, GMT saati denen bir saati kullanıyordu. GMT saatinde yazın 3, kışın 2 saat zaman farkı olur. Canlı yayın yaptığım için bunu çok iyi biliyordum. Binlerce kez de bu saati kullanmıştım. Ancak TİB resmi belgelerinde GMT asla kullanmazdı. Türkiye’deki operatörler asla bu saat dilimini kullanmazlardı.  

NTV televizyonu ve bağlı bulunduğu holding, satral hizmetlerini İsrail’li bir firmadan alıyormuş. Onların sisteminde de saat Türkiye saati değil, GMT olarak görünüyormuş. TİB de bunu farketmemiş ve savcılığa Türkiye Saati olarak göndermiş. TİB, GMT saatinin savcılığa TSİ (Türkiye Saati) saati olarak yanlışlıkla bildirildiğini, aramanın kazadan sonra olduğunu açıkladı. 

Yıllarca canlı yayın yapmıştım. Yayın saatleri GMT saatiyle belirlenirdi. Ülkeler arası yayın saatlerinde herhangi bir karışıklık olmaması için televizyoncular, gazeteciler bu saati kullanırlardı. Ancak belgede bu görünmüyordu, görünmesi de imkansızdı. TSİ saati olarak belge savcılığa gönderilmişti. 

Ertesi gün NTV’den özür diledik. Gazetenin manşetinde NTV’den özür vardı. Sürmanşette ise Islak İmzalı Belge Savcılıkta manşeti vardı. 

GMT konusunda hata yapmıştım. Bu büyük hataydı ve hatayı tamamen üstlendim. İstifa etmeyi düşündüm. İstifa dilekçemi hazırlayıp, yönetime sundum. Ahmet Altan bunu kabul etmedi. Resmi belgedeki saatin, hatanın devlet tarafından yapıldığını söyleyip, beni istifadan vazgeçirdi.  

TARAF’IN HABERİNDEN AYLAR ÖNCE NTV YETKİLİSİ SAVCIYA BU İDDİAYLA İLGİLİ İFADE VERMİŞ. AKİT GAZETESİ DE HABER YAPMIŞ 

GMT saatinin ortaya çıkmasından sonra, googleda da bir arama yaptım. Ve şok bir haberle karşılaştım. Taraf’ın yaptığı NTV haberini aslında aylar önce Akit gazetesi haber yapmıştı. Sanırım Haziran 2009 tarihi olmalı. Haber ben yazmadan aylar önce Akit gazetesinde manşet olmuştu. 

Akit gazetesinin haberinde şu bilgi vardı. O dönem NTV Haber Müdürü ya da Yayın Koordinatörü olan Mustafa HOŞ,  Yazıcıoğlu’nun telefonunun kazadan önce saatlerce aranmasıyla ilgili şüpheli olarak savcıya ifade vermişti. Savcı, kazadan önce Muhsin Yazıcıoğlu’nun telefonunun NTV santralinden hiç durmadan aranmasıyla ilgili Mustafa Hoş’un ifadesini almıştı. Akit de bu ifade üzerine haberi yapmıştı.  Hoş, arama saatiyle ilgili tam bir bilgisi olmadığı için  savcıya yeterli bilgi verememiş. 

(Sevgili Lube Ayar, Mustafa Hoş’un ifadesiyle Taraf gazetesinin bir bağlantısı yok. Haberden aylar önce Hoş ifade vermiş. Programda söylediğin iftiralar ve yalanlar nedeniyle RTÜK ve savcılığa yapacağın açıklamaları merakla bekleyeceğim. Sevgili İsmail ve Haakn Çelenk’in de açıklamasını merakla bekleyeceğim. Siz Halk TV’ ciler başka dilden anlamıyorsunuz. RTÜK sizi iyi terbiye ediyor. Ben de terbiye edene müracaat edeceğim artık.) 

Akit’in aylar önce yaptığı bu haberi atlamıştım. Haberi yazmadan önce Google girsem, bir tuşla bu haberi görecektim. Mustafa Hoş’un savcıya verdiği ifadeyi okuyacaktım. NTV iddiası daha önce yayımlandığı için de bizler bu iddiayı değil, dosyadaki diğer iddiları haberleştirecek, konuya o iddialardan başlayacaktık. 

Google’de, Akit’in aylar önce haberi yaptığını görünce beynimden kaynar sular dökülmeye başladı. Bu bilginin BBP avukatları tarafından bana söylenmemesi de canımı sıkmıştı. Kendilerini aradım. 

Avukatlar, Akit gazetesi haberinin ve Mustafa HOŞ’un ifadesinin bu kadar sorun yaratacağını tahmin etmediklerini söylediler. Kötü niyetle değil tamamen ihmal sonucu bu konudan bana bahsetmemişlerdi. 

Akit gazetesi, NTV iddiasını daha önce yaptığı için habere bu yönüyle değil, diğer iddialar yönüyle başlayabileceğimizi avukatlara söyledim. Gazeteciler bayat bir haberi tekrar yayımlamazlardı. Bunu görmüş olsam, NTV iddiasını yazmayıp, dosyadaki diğer iddialarla habere başlayacaktık. Bu skandalı da yaşamamış olacaktık.    

Aslında, her haberimden önce internetten araştırma yapardım. Konu daha önce gündeme gelmiş mi gelmemiş mi diye bakardım. Yasemin Çongar o gün bana haberi acele hazırlamamı  söyleyince, maalesef internete bakma fırsatım olmadı. Ki bu da benim hatam. Mazeret diye sunmuyorum. Googelle girsem, Akit gazetesinin NTV iddiasını aylar önce haber yaptığını göreceğim. Mustafa HOŞ’un ifadesini okuyacağım. Bunu yazıişleriyle paylaşacağım. Bu durumda habere NTV bölümüyle başlamayacaktık. Bu iddia gündeme geldiği için hiç yazmayacaktık. Diğer iddialarla haberi başlatacaktık. 

Yazı işleri de google’de araştırma yapmadığı için bu durum meydana gelmişti. 

Yazıcıoğlu dosyasına NTV haberiyle başladığım ve çuvalladığım için, artık diğer iddiaları gündeme getirmem mümkün değildi. Gündeme getirsem, bu iddialar da NTV iddiası gibi algılanacak ve soruşturmaya zarar verecekti. Yazacağım her haber  dosyadaki iddiaları değersizleştirecekti. Rahmetli Muhsin Bey’e, soruşturmasına zarar verecekti.  

BBP’li avukatarı ve ailenin avukatı Kemal Bey’i bir kez daha aradım. Bu durumu açıkladım  ve artık haber yapmamın, habere devam etmemin  mümkün olmadığını söyledim. Bundan sonra yazacağım her satır soruşturmaya ve gerçeklere zarar verecekti. Onlar da benimle aynı fikirde olduklarını söylediler. Akit gazetesi ve NTV iddiası için onlar da benden özür dilediler.  

Sevgili Nedim’e şunu da hatırlatayım. Ben Taraf gazetesinde daha sonra haber yapmadım ancak elimdeki belgeleri dört ayrı gazeteci arkadaşla paylaştım. Avukatlarla onları tanıştırdım. Arama, jet, Albay’ın ifadesi, adli tıp raporu, haritalar tüm belgeleri bu arkadaşlara ben verdim. Senin bir dönem çalıştığım Milliyet gazetesinden de bir gazeteci arkadaşa verdim. Ben NTV çuvallamamdan dolayı artık haber yapamazdım ancak onlar konuyu araştırabilirlerdi. 

Köksal Akpınar da avukatlarla görüşmelerimize geldiği için o da belgelerin birer örneğini aldı. İnternete girersen, bu konuyla ilgili en fazla haberi KÖKSAL’IN yaptığını görürsün. Köksal, CİHAN’da da haberler yaptı. Kitap çıkardı. Bu olayın Suikast olduğuna dair iddialar, ilk kez CİHAN Haber Ajansı’nda çıktı. Hatırladığım kadarıyla F-16 olayı ve iddiasını Köksal haber yaptı. Köksal yayımladı. 

Hatırladığım kadarıyla Aksiyon Dergisi suikast iddiasıyla ilgili haberler yaptı. 

Sevgili Nedim… Köksal bir dönem CİHAN’da çalıştığı için, yine olayın ardında “FETÖ” arama hastalığın seni yanlış sonuçlara sevk etmesin. “Aracı CİHAN’daki bir isimmiş, FETÖ’cüymüş. Bak işte irtibat bu” diyebilirsin. Bu nedenle Köksal hakkında da sana bazı bilgiler vereyim.  

Köksal Akpınar, Fethullahçı biri değil. Yukarıda da dediğim gibi BBP’li. Cemaatçi değil. 17-25 Aralık sonrasında, çalıştığı kurumdan ilk ayrılan isim. Gerekçesi de 17-25 Aralık soruşturması. Cemaat medyasından 2013 yılı Aralık ayında istifa eden üç isimden biri. 17-25 Aralığın yolsuzluk değil, hükümete darbe olduğunu söyleyip kurumdan ayrıldı. İlk ayrılan da Köksal ve iki başörtülü stajyer kız oldu. Bu kişilerin sosyal medyada yazdıkları, istifa gerekçeleri iktidar medyasında günlerce manşet yapıldı. 

Şu sıralar KARAR adlı gazeteyi çıkaran kişiler o dönem Star ve Akşam gazetesinde çalışıyorlardı. Bazıları da Yeni Şafak gazetesinde. 17/25 Aralığın darbe olduğunu bangır bangır bağırıyorlardı. İktidarın yayın bülteni görevini yapıyorlardı. Köksal’ın 17-25 Aralık’la ilgili paylaşımlarını, sözlerini o isimler gazetelerinde çok kullandılar. Köksal’la da iyi ilişkileri vardı

 “Başörtülü bir bacımız” vardı. Kabataş’ta saldırıya uğradığını söylemişti. Bir de onu savunan bir “başı” “örtülü” bir kadın vardı. Onun 17-25 Aralık sonrası paylaşımlarına da bakarsan Köksal’la ilgili paylaşımlarını görürsün. Silmemişse tabii. Köksal’ı bir de Fatih At Pazarı’ndan sorabilirsin. AKP’lilerin mekanı. Onlar da sana kim olduğunu açıklarlar. 

Köksal kısa süre sonra da iktidar medyasında çalışmaya başladı. Şuan TRT’de ana haber programında seslendirme ve muhabirlik yapıyor. Her gün sesini televizyondan duyuyorum. TRT’de, her 15 Temuz yıldönümünde “FETÖ’yle ilgili belgesel” ve dosyalar hazırladı. İrfan Fidan ve diğer savcılarla görüşüp yaptığı haber belgeseli aylar önce TRT’de izledim. Büyük Birlik Partili olduğunu da camiada bilmeyen yoktur. Son dönemde anladığım kadarıyla AK Parti’ye daha yakın durmaya başlamış. Yazıcıoğlu davasıyla ilgili kitap da yayımladı. O kitaptaki bilgiler de BBP’li avukatların bana verdiği bilgilerdi.  

Sevgili Nedim… Son bir hatırlatma. 

Koğuşumda 28 Mart 2013 tarihli Büyük Birlik Partisi’nin resmi internet sayfasından, tweet adresinden paylaştığı bir haber var. Büyük Birlik Partisi, Muhsin Yazıcıoğlu adına Basın Ödülleri vermiş. Programa Sayın MUSTAFA Destici, Gülefer hanım, Furkan Yazıcıoğlu, kardeşi, BBP’nin tüm isimleri katılmış. Cemil Çiçek, siyasetçiler katılmış. O programda soruşturmaya katkılarından dolayı Köksal Akpınar’a, CİHAN haber ajansına, Zaman gazetesi muhabiri Emre Soncan’a, Aksiyon ve Samanyolu habere de ödüller verilmiş. Töreni düzenleyen dediğim gibi BBP. 

Törene katılanların o dönem yaptıkları konuşmaları da okumanı isterim. Suikast iddialarını, JET olayını kamuoyunun gündemine getiren Fethullahçı yayın organları olmuş. Onlar yazmışlar. BBP de onlara ödül vermiş

YAZICIOĞLU AİLESİNDEN HADDİM OLMAYARAK RİCAM; ÖZAL AİLESİ GİBİ OLMAYIN 

Bir “ricam” da Sayın Yazıcıoğlu ailesi ve avukatlarına olacak. Özellikle Kemay Bey ve benimle görüşen İstanbul’daki iki avukata. 

Taraf gazetesinin haber kaynağının kendileri olduğunu, haberin Fethullahçılarla bir ilgisinin olmadığını en iyi kendileri biliyorlardı. Buna rağmen, bu yalanlar, iftiralar karşısında sessiz kaldılar. Kemal Bey benimle görüşmesinden Güleser Hanım’ın haberinin olduğunu bana iletmişti. Güleser Hanım’la da görüşecektik. NTV haberi maalesef buna engel oldu.

 Bildiğim ve inandığım bir şey var; Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu hayatta olsaydı, bu iftiralar karşısında ortaya çıkar ve “Baransu’nun haber kaynağı biziz” derdi. Ben de haber kaynağımı açıklamak zorunda kalmazdım. 

Sevgili Furkan Yazıcıoğlu… Kendisine çok saygı duyduğum Saygıdeğer Güleser Hanım… 

Bu yazıyı aslında sırf sizler için yazdım. Nedim aslında işin bahanesiydi. Avukatlarınızı ararsanız, gerçeği bir telefonla öğrenebilirsiniz. “Her olayda FETÖ izi arama hastalığının” sizleri de esir almasına üzülürüm.  

Sizlere bir hatırlatmada bulunmadan da geçemeyeceğim. Haddim değil ancak yazmazsam içimde dert olacak. 

Rahmetli Turgut Özal’ın ölümüyle ilgili şaibeleri biliyorsunuz. Ailesi, özellikle oğlu Ahmet Özal, her dönem ortaya çıkar ve babasını “şu gurubun, şu kişilerin, şu örgütün” öldürdüğünü söyler. Ahmet Özal ve ailesi cinayet iddiasını o kadar “sulandırdılar” ki artık kendilerini kimse ciddiye almıyor. Ahmet Özal’a gülüp geçiyorlar. Onun durumu yalancı çobanın durumuna döndü. Babalarını ve suikast iddiasını magazinleştirdiler. Sosyal medyada kepslere konu oluyorlar.  

Muhsin Yazıcıoğlu’nun avukatları ve ailesi, daha önce suikastın ardında Ergenekon, derin devletin olduğunu söylüyorlardı. Şimdi ise “FETÖ olabilir” diyorlar. Yarın başka bir örgüt ismi gündeme getirilirse inanın şaşırmayacağım. “Özal tehlikesinin” sizleri de beklediğini görüyorum.  

Televizyonda “Muhsin Başkanla” ilgili suikast iddiaları dinliyorum. Argümanları okuyorum. Argümanlar pek tutarlı görünmüyor. Özal ailesinin yaptığı hatayı ne olur sizler yapmayın. Olayı sulandırmayın, magazinleştirmeyin. 

Benim gördüğüm şu. Birileri “siyasi gündem olarak”, bu dosyayı günlük siyasi çıkarları için kullanıyor. Onların derdinin hakikat falan olduğunu da düşünmüyorum. Onlar siyasi rant peşinde. Ve sizleri de bu kirli emelleri için kullanıyorlar. 

“Muhsin Başkanın” ölümünün ardında bir soru işareti varsa, bu olayı magazinleştirmeden, aileyi ve olayı birilerinin kullanmasına izin vermeden araştırmak en doğrusu. Özal örneği, Ahmet Özal gerçeği ortada duruyor. Yıllar sonra “haklıymışım” demek istemiyorum. Haddim olmadan bu satırları yazdım. Bu cümleleri tıpkı Muhsin Yazıcıoğlu gibi 7 yıl 8 aydır hücrede yaşayan birinden kabul edin. 

Sevgili Nedim… 

Yazım biraz uzun oldu. Tıpkı senin bana gönderdiğin mektup gibi. Tutuklu bir insanın iddialara cevap verme imkanı yok. Ben bu hatayı seninle ilgili geçmişte bir kez yaptım. Ve hayatımın pişmanlıklarından biri olarak hep önümde duruyor. Önümde durmasını da istiyorum. Bu sayede bir daha benzer bir hataya imza atmamış olurum. 

Ortaya bu iddiayı atmadan önce keşke gerçeğin farklı olabileceğini düşünebilseydin. Hakikat tamamen yazdığım gibi. Ben içerideyim sen ise dışarıdasın. Verdiğim isimlerden olayın hakikatını doğrulatman birkaç saatini alır. Haber kaynağım Fethullahçılar değil, bizzat BBP’li avukatlardı. Onlar da namertleşen şu döneme ayak uydurur ve yalan söylerlerse, geriye öte tarafta, kıyamette onlarla hesaplaşmak kalır. Gerçeği o gün hepiniz Allah’ın huzurunda öğrenirsiniz.    

Sözün özü, her olayın, her haberin ardında “FETÖ izi arama hastalığından” vazgeçin. Bir süre sonra bu sizi yorar. Yanlış sonuçlara götürür. 

Bu ülkede bir Başsavcı (İrfan Fidan) çıktı ve bir gazetecinin bilgisayarında Fethullah Gülen mektubu yakaladıkları söyledi. Hatırlarsın… 2015 yılı Nisan ayında tutuklanan polisleri iki hakim tahliye etmişti. Gülen’in bu hakimlere tahliye öncesi gönderdiği mektubu yakaladıklarını İrfan Fidan açıkladı.  Açıklamasında aynen şunu dedi “Bugüne kadar FETÖ’yle ilgili en önemli kanıt, delil yakalandı.” 

Bu açıklamayla ondan önce yakaladıkları delillerin önemsiz olduğunu biranlamda söylemiş oldu. Kendi açıklamasıyla daha önceki delillerin önemsiz olduğunu itiraf etmiş oldu.  

Gülen, sözde mektupta iki hakime “gözlerinizden öperim” “polisleri serbest bırakın” gibi cümleler kullanmıştı. Mektubun içeriğinde Gülen’e uzak cümleler olduğu açık açık görünüyordu. Fabrikasyon bir belgeydi. Gülen’in böyle bir uslup ve yöntem kullanmayacağını bu ülkedeki mürekkep yalamış herkes bilirdi. Tek bilmeyen İrfan Fidan ve ekibiydi. 

Sonrasını biliyorsun. Sen bile bu duruma isyan ettin ve bu açıklamaya, bu mektuba inanmadığını söyledin. Mektubun sahte olduğunu açıkladın. Bunun onların işine yarayacağını açıklayıp durdun.  

Ben ise hücremde şunu söyledim; “Bunların en önemli kanıtı buysa, ABD’ye gönderdikleri koli koli “kanıtların” halini düşünemiyorum. ABD’lilerin bu “kanıtlarla” ilgili ne düşündükleri de bir başka konu.”  

Birileri koltuk hırsı ve siyasilere yaranmak için bazı soruşturmaları sulandırıyorlar. Ya da siyasiyelerin emriyle hareket ediyorlar. Bunu da davalarda görüyorum. İleride bu sulandırılmaların nelere malolacağını da hep birlikte yaşayıp göreceğiz. 

Sözün özü. Muhsin Yazıcıoğlu dosyasının Fethullahçılarla falan ilgisi yok. Haber kaynaklarımı açıkladım. Aşağıda da bir başka dosyada bulunan HTS kayıtlarımdan o günkü aramaların kayıtlarını çıkarttım.

Aile avukatı Kemal Bey de kendisiyle yaptığım görüşmeleri doğrulayacaktır. Doğrulamasına da gerek yok, kendisiyle yaptıım bir röportajının kayıtları arşivimde duruyor. 

Taraf gazetesindeki haberimden önce Köksal’la yaptığım görüşmeler ve görüştüğümüz adresi gösteren HTS kayıtlarını çıkarttım. 

Aksiyon dergisinde 1999 yılında yaptığım haberi de Yazıcıoğlu ailesinin tekrar hatırlaması için sunayım. Dün Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’na iftira atanların bugün onu savunuyormuş gibi yapmaları da ikiyüzlülüğün ayrı bir örneği. 

Avukatlara o dönem şunu söylemiştim; “Bu olayın yüzde elli kaza yüzde elli suikast olduğunu düşünüyorum.” Halen aynı noktadayım.”

Sevgili Nedim Şener’e bir buçuk yıl önce yazdığım mektup bu şekildeydi. 

Sevgili İsmail Saymaz ve program arkadaşları. Halk TV’ciler… Olayın aslı astarı bu. Sizleri hayal kırıklığına uğrattığım için çok üzgünüm. Sizleri hayal kırıklığına uğratmaya devam edeceğim. Sevgili İsmail… Mektubumda geçen isimleri tek tek arayabilir ve yazdıklarımın yüzde yüz doğru olduğunu görebilirsin. 

Anlaşılan sizlerle sık sık görüşeceğiz. Sizler sık sık gerçeğe aykırı beyanda bulundukça görüşmemzi sıklaşacak. 

 

BBP’Lİ AVUKATLARLA BENİ TANIŞTIRAN VE BENİ ARAYAN KÖKSAL AKPINAR’IN ARAMA DÖKÜMÜ VE TARİHLERİ , SAATLERİ. HTS KAYITLARI. 

 

ARAMA SIRASINDA VE SONRASINDA NEREDE OLDUĞUMUN ADRESİ. MECİDİYEKÖY’DE BULUŞMAMIZIN BELGESİ.  

 


MARAŞ OLAYIYLA İLGİLİ AKSİYONDA 2009 YILINDA YAPTIĞIM HABER.