Eski Anayasa Mahkemesi Üyesi Celal Mümtaz Akıncı, DEVA Partisi’ne katılmış. Haberi yan hücremde kalan bir tutukludan öğrendim. O da haberi bir gazeteden öğrenmiş. Bu isim birileri için pek bir şey ifade etmese de benim için “çok şey” ifade ediyor.
Akıncı, avukat kökenli ilk AYM Üyesi. 2010 yılındaki referandumun ardından avukat kontenjanından AYM üyeliğine atandı. 2020 yılında da yaş haddinden emekli olmuş. Emekli olduktan sonra da Deva Partisi’ne katılmış. (Referandumda “evet” diyen biri olarak onun AYM üyeliğine seçilmesinde maalesef benim de büyük günahım var.)
Akıncı’nın “yeni partisine” katılmasını “muhalif medya”, “Sivas katliamı sanıklarının avukatı DEVA Partisi’nde” şeklinde okurlarına duyurmuş. Bu söyleme itiraz eden “dünün kullanışlı aparatı” ise (o kendisine “kullanışlı aptal” demişti ben “aparatı” tercih ettim), Akıncı’nın “AYM’de çok kritik davalarda adaletten yana durmuş cesur bir hakim” olduğunu köşesinde yazmış. Sonra da bu şahsın verdiği bazı kararları okurlarıyla paylaşmış.
Can Dündar, Erdem Gül ve Cumhuriyet Gazetesi davasında hak ihlali kararı vermiş. Çoklu baro kararına, Ethem Sarısülük davasına şerh düşmüş. Osman Kavala kararına muhalefet etmiş. Mehmet Altan kararında kişi hürriyeti ve güvenliği ihlali vermiş.
Kullanışlı aparata göre, böylesi kararlar veren hakimin kariyerini, Sivas davasında avukatlık yaptı diye bitirmek vicdani değilmiş. “Bu önyargılar Türkiye’nin başına daha çok bela olacakmış.”
Celal Mümtaz Akıncı hakkındaki bu güzellemeleri okuyunca hücremde acı acı gülümsedim. “Cesur hakim” diye pazarlanan bu şahsı, ben de verdiği kararlardan iyi tanıyordum. AYM Üyesi olarak yüzlerce hukuksuz karara imza atmıştı, adını ömrümün sonuna kadar unutmam da mümkün değildi.
Bu şahıs, “suçlanmadığım, yargılanmadığım” suçlamalardan suçlandığımı zannedip, benim yıllarca hapiste kalmamı uygun gören “hakimlerden” biriydi. Olayı kişiselleştirdiğim sakın düşünülmesin. Bu şahıs, sadece benimle ilgili değil, binlerce kişi hakkında benzer hukuksuz kararlara imza atan, “adaletsizliğin vücut bulmuş hali” aslında. Niçin böyle düşündüğümü aşağıda belgeleriyle okuyacaksınız.
Böylesi bir ismin PR’ını yapma işini “kullanışlı aptalın/aparatın” üstlenmesi de ayrı bir vaka.
Hikayemi biliyorsunuz. Türkiye’nin gözü önünde yaşandı. Bir dönem birilerinin korkudan tir tir titrediği “apoletli, postallı” zevat hakkında korkusuzca haberlere imza attım. Darbe planlarını, yolsuzlukları yazdım. Bu ülkede askeri vesayet bittiyse (mütevazilik yapmayacağım) buna en büyük katkıyı sağlayanlardan biriyim. Bakmayın bugünlerde birilerinin kirli ittifaklar sonucu yaptığım haberlere “kumpas” falan demelerine. Balyoz’un da Ergenekon’un da gerçek olduğunu onlar da çok iyi biliyorlar.
Bu ülkede “cesaretin bir bedeli olduğunu” bilenlerdenim. “Kirli bir düzene ve o düzenin sahiplerine” kafa tuttum. 17/25 Aralık yolsuzluk operasyonu sonrası bu ülkede yeni bir ittifak kuruldu. Bu ittifak sonucu tutuklanmama karar verildi. Tutuklanmam için delil arayışına girdiler ama bulamadılar. Bulmalarına imkan da yoktu.
Derken bir avukat bu şahısların imdadına yetişti. Bu kişi Balyozcuların avukatı Hüseyin Ersöz’dü. 2010 yılında ODA TV ve bazı internet sitelerinde hakkımda yalan haber yaptırmıştı. Bu haberleri Gökalp Kökçü isimli bir “savcıya” gerçek diye verdi.
Savcı haberleri aldı. Doğru mu değil mi diye kontrol etmeden, “mal bulmuş mağribi” gibi hakkımda soruşturma açtı. “Devletin gizli belgesini yok etmek, imha etmek ve temin etmekten” beni suçladı. İddia edildiği gibi “kumpas” nedeniyle suçlanmadım, yargılanmadım ve de tutuklanmadım. Hakkımda bu suçlama hiç yapılmadı.
Savcı’nın delil diye gösterdiği yalan haberlerdeki “devletin gizli orijinal belgelerini yok etme, imha etme” iddiası şu mantık üzerine kurulmuştu;
20 Ocak 2010 tarihinde Taraf gazetesinde Balyoz darbe planı haberini yaptık. Bir gün sonra savcılık soruşturma açtı ve haber kaynağımın bana verdiği 4 CD’yi savcılığa teslim ettim. Savcılık, yeni bir gelişme olması halinde kendilerine haber vermemizi istedi.
Dokuz gün sonra, 29 Ocak 2010’da meşhur bavulu aldım. Aldıktan sonra da savcılığı hemen telefonla arayıp kendilerini bilgilendirdim. Savcı gazeteye polis gönderdi ve polis eşliğinde bavulu İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına götürdük.
Bu olayla ilgili 1. Ordu Komutanlığı Askeri savcılığı da bir soruşturma açmıştı. Haberden bir ay sonra, 26 ya da 28 Şubat 2010 tarihinde askeri savcının daveti üzerine tanık olarak ifade verdim.
İşte bu ifademin tarihi ve içeriği o dönem Balyozcuların avukatı Hüseyin Ersöz tarafından çarpıtıldı ve ODA TV başta olmak üzere iki ayrı internet sitesinde haber yaptırıldı. Haberler 21 ve 27 Aralık 2010 tarihlerinde yayımlandı. Soner Yalçın, Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan da bu “yalan haber operasyonunda” görev almıştı.
Askeri savcılık ifadem bu isimler tarafından şu şekilde çarpıtılıp haber yapılmıştı;
Bavulu sivil savcılara teslim ettikten bir ay sonra 26 Şubat 2010 tarihinde askeri savcıya ifade vermiştim. Hüseyin Ersöz ise yalan haberde askeri savcıya 26 Ocak 2010 tarihinde ifade verdiğimi söylemişti. İfademde de “orijinal belgeleri imha ettiğimi” söylediğimi iddia etmiş. Ki ifademde böyle bir şey söylememiştim. İfadem bir sayfaydı ve ilk paragrafında “tüm orijinal belgeleri savcılığa teslim ettiğimi” açık açık söylemiştim.
Hüseyin Ersöz tarihi çarpıttıktan sonra iftirayı özetle şu şekilde atmıştı; “Baransu, 26 Ocak 2010’da askeri savcıya ifade vermişse, ifadesinde “orijinal belgeleri imha ettiğini” söylemişse, ifadesinden üç gün sonra yani 29 Ocak 2010’da hangi belgeleri bavulla savcılığa teslim etti? Üç gün önce tüm orijinal belgeleri imha ettiğini söylemiş.”
Bu mantıktan yola çıkarak da “Baransu, orijinal gizli belgeleri yok etti, savcıya vermedi, başka belgeler verdi” iddiasında bulunmuştu. ODA TV’de bu haberi 27 Aralık 2010’da, “İşte Mehmet Baransu’nun Yalanları” başlığıyla haber yapmıştı.
Gökalp Kökçü adlı “savcı”, askeri savcılık ifademin tarihine bile bakmadan haberdeki askeri savcılık tarihinin 26 Ocak 2010 olduğunu zannedip, “devletin gizli belgeleri imha, yok ettiğim” suçlamasıyla beni suçladı. Önündeki dosyayı baksa, bir sayfalık askeri savcılık ifademi okusa, haberin yalan olduğunu anlayacaktı.
İşte bu yalan haber nedeniyle “devletin gizli belgeleri yok etme, imha etme suçlamasıyla 2 Mart 2015 tarihinde tutuklandım.” Savcının delili bu yalan haberlerdi. Kamuoyuna söylendiği gibi ne “kumpas” nedeniyle suçlandım, ne de yargılandım.
Askeri savcıya 26 Şubat 2010’da ifade verirken aramızda şunlar yaşandı. (Askeri savcıya ifademi 28 Şubat 2010’da da vermiş olabilir. ODA TV’deki haberin yalan olduğu anlaşılınca mahkeme ve savcılık dosyadaki askeri savcılık ifademi yok ettiler. Dosyaya koymuyorlar. Bu nedenle tarihi tam bilemiyorum. Karargah kitabımda 28 Şubat 2010’da ifade verdiğim görülüyor) Savcı ifademi bitirdi ve okumam için bir çıktı aldı. Ben ifadeyi okurken bana son bir soru sordu.
Taraf gazetesinde yayımladığımız darbe belgelerin tamamının üzerinde GİZLİ damgası vardı. Savcı gazetede basılan bu belgelerin fotokopilerini ne yaptığımızı sordu. Ben de kendisine “sorumluluk doğurmaması için gazeteye basılan belgelerin gün sonunda imha edildiğini söyledim. Sadece bu haberle ilgili değil tüm haberlerde aynısının yapıldığını anlattım.
Savcı anlattıklarımı özetleyip ifademin sonuna eklemek istedi. Okumak için bana verdiği ifadeyi çöpe attı ve ifademin altına şu cümleyi ekledi; “Çünkü bunların sorumluluk doğuracağını bildiğimiz için SAVCILIĞA TESLİM ETTİKTEN SONRA bunları imha etmiştik.”
İfademde açık açık “savcılığa teslim ettikten sonra” diye bir cümle var. Bu da askeri savcılık ifadesinin bavulu teslim ettikten sonraki bir tarihte olduğunu gösteriyor. Ancak bunu dikkate almadan, bu bölümü saklayıp yalan haber yapıyorlar.
İşte bu cümlemi Hüseyin Ersöz ve ODA TV’deki arkadaşları alıp çarpıtıyorlar; “26 Ocak 2010’da ifade vermiş. İfadesinde orijinal belgeleri imha ettim demiş. Gizli belgeleri üç gün önce imha etmişse, üç gün sonra savcıya hangi belgeleri verdi?”
İşte bu yalan haberler 5 yıl sonra delil diye savcıya sunuldu ve tutuklandım. 7 yıl 9 ay bu nedenle hapiste bir hücrede kaldım. Bu yalan haberi yapanlar ise bu gerçek ortaya çıkmasın diye kamuoyuna sanki “kumpas” nedeniyle yargılanıyormuşum gibi algı yaptılar.
Gözaltına alındığım gün, polis sorgumda bana bu yalan haberler soru olarak yöneltildi. “26 Ocak 2010’da askeri savcılık ifadende ‘belgeleri imha ettim’ dediysem, 3 gün sonra bavulla hangi belgeleri savcıya verdin” sorusu bana yöneltildi.
Bana bu soru yöneltilince savcının beni bu yalan haberler nedeniyle gözaltına aldığını anladım. Ülkenin geldiği durum adına utandım.
Polislere, askeri savcılık ifademi okuyup okumadıklarını, altındaki tarihe bakıp bakmadıklarını sordum. İfadeyi bana göstermelerini istedim. Onlar ise bana “soruşturma gizli gösteremeyiz, sen soruya cevap ver ve çelişkiyi açıkla” diyordu.
Aramızdaki kısa bir tartışmadan sonda ikna olup askeri savcılık ifademin altındaki tarihe baktılar. Tek sayfalık ifademi okudular. Kaynar su, başlarından aşağı inmeye başladı.
Polis, Hüseyin Ersöz’ün iftirasına göre soruları hazırlayıp bana sormuştu. Ellerindeki delil yalan bir haberdi. Tutanaktaki soruları değiştiremiyorlardı. O an bir plan yapmışlar biz daha sonra anladık.
Beni ve avukatımı “ara verelim” diye zorla dışarı çıkardılar. Bizi dışarı çıkarttıktan sonra soruları değiştirip, askeri savcılık tarihini 26 Şubat 2010 yapmışlar. Soruyu değiştirdikleri içim de benim verdiğim cevapla onların yazdığı yeni soru birbirinden tutarsız kaldı. Avukatım ve ben zorla dışarı çıkarılmamızdan kuşkulanıp bir süre sonra içeri girince de sorgunun devamındaki 26 Ocak 2010 tarihli diğer soruları değiştiremediler. Polisin yaptığı bu hukuksuzluğu dava açılınca anladık.
Savcı ve polisin yaptığı hukuksuzluk bununla da sınırlı değildi. Evime içinde “gizli belge olduğunu söyledikleri Balyoz CD’si” koydular. Amaçları şuydu; “Baransu gizli belgeleri imha etmemiş. O belgeleri evinde bir CD içinde bulduk. CD üzerinde de Balyoz EKLER 2 yazıyordu.”
Evimde arama olmuş arama sonrası polisler arama tutanağı düzenlemişlerdi. Ancak bu tutanakta bana imza attırmayı unutmuşlardı. Vatan emniyette gözaltındayken bir polis yanıma geldi ve imza atmam için yalvarıp durdu. Ben imza atmayınca da “imza atarsanız evinizdeki tüm hukuksuzlukları anlatacağım” dedi. İmza karşılığı evimde yapılan hukuksuzlukları tek tek anlattı.
Polisler evime CD ve bir de Gülen Kaseti koymuşlar. Başlarındaki emniyet müdürü evimdeki aramada bir saat kalmış ve ayrılmış. (Arama 12 saat sürdü.) Evdeki aramaya eşlik etmemesine rağmen, tutanakta imzası varmış. İmza sahteymiş. Onun yerine evde masa başında oturan yardımcısı onun imzasını taklit edip atmış.
Evime CD’yi polislerin nasıl koyduğunun ortaya çıkmasına gelince. Evimde 1 Mart 2015’te arama yapıldı. Polisler CD’yi bulduk dediler ancak bu imkansızdı. Çünkü eşimle birlikte aramadan haftalar önce (arama olmasına karşı) kitapları tek tek kontrol etmiş ve KAMERAYA almıştık. Evimde Balyoz Ekler diye bir CD’nin çıkması imkansızdı.
Polisin koyduğu net olan bu CD’nin imajı evde alınmadı. Mühürlü torbaya kondu. İmajı alınmadığı için CD incelenmemişti. İçinde ne olduğunu kimsenin bilmesi imkansızdı. (Bu CD’nin imajı üç ay sonra Mayıs 2015’te ilk kez alındı. Bu tarihten önce içinde ne olduğunu kimsenin bilmesi mümkün değildi.) Ancak, emniyetteki polis müdürleri, ev araması esnasında eve koydukları bu CD’nin imajının evde alındığını zannetmişler. Mühürlü torbada olan henüz incelenmemiş CD içinde hangi belgeler olduğunu aynı gece 2 Mart 2015’te polis fezlekesine tek tek yazmışlar.
CD o an mühürlü torbada. O ana kadar incelenmemiş. CD içinde ne olduğunu kimsenin bilmesi mümkün değil. Polisler içindeki tüm belgeleri tek tek polis fezlekesine yazmışlar. Bu da CD’yi polislerin eve koyduğunun deliliydi.
Ev arama görüntüsünü ne savcılık ne de mahkeme bize yıllarca vermedi. Bu gerçek ortaya çıkmasın diye. “Kayıtları vermezseniz cezaevinde ölüm orucuna yatarım. Tüm dünya duyar” dedim. Ciddi olduğumu anladıkları an bana ev arama görüntüsünü gönderdiler. Kamera kayıtlarında iki polisin bu CD’yi kitapların arasına koyduğu ortaya çıktı.
Bu operasyon ellerinde patlayınca, bu kez ikinci bir oyunu sahnelediler. Eski eşimin kömürlüğüne bir ihbar yaptırıp, orada aynı CD’nin bir kopyasının bulunduğunu iddia ettiler. Bu CD üzerinde de yine aynı şey yazıyormuş. CD’yi kömürlükteki aramada bulduk diye tutanak tutmuş polis. Eski eşime, eski kayınpederime ve apartman görevlisine de aramada bulundular diye imza attırmışlar.
Mahkeme bu üç kişiyi tanık olarak dinledi. Bu kişiler aramaya katılmadıklarını, polislerin arama başlar başlamaz onları evlerine gönderdiğini söylediler. Polisler “arama bitince biz sizi telefonla ararız, aşağı gelip belgeleri imzalarsınız” demiş. Bu kişiler CD falan da görmemişler.
Apartman görevlisi ise daha büyük bir skandalı mahkemede anlattı. Arama Kağıthane’de olduğunda o Kasımpaşa’da işte çalışıyormuş. Aramadan bir gün sonra polisler onun işyerine gitmişler. Sanki aramada bulunmuş gibi ona polis otosunda kağıtları imzalatmışlar. O da polislerin baskısı sonucu tutanağı imzalamak zorunda kalmış.
Şaka falan yapmıyorum. Tüm bu rezillikler 12 Aralık 2019 tarihli duruşmada ortaya çıktı. Mahkeme ise suç işleyen bu polisler hakkında suç duyurusunda bulunmaktan korktu.
Mahkemede ortaya çıkan bu rezilliğin ardından kömürlükteki arama görüntülerinin bir örneğinin bize verilmesini istedik. (Daha önce de istemiştik.) Mahkeme, işlenen suç ortaya çıkacak diye talebimizi reddetti. Görüntüleri vermedi.
2021 yılında savcılık davayla ilgili mütalaasını sundu. Mütalaadan sonra mahkeme tarafından bana “kömürlük arama görüntüsü” diye bir CD gönderildi. Kömürlükteki arama 11 saat sürmüştü. Mahkeme sadece aramanın 20 dakikalık görüntüsünü CD’ye koymuştu. 10 saat 40 dakikalık bölüm bizden saklanıyordu. 20 dakikalık görüntülerde ise CD’nin bulunma anı yoktu.
Mahkemeden “görüntülerin tamamını verin” talebimde bulunduk. Talebimiz yine reddedildi. Sonra ortaya şu çıktı; CD’nin o kömürlükte bulunma kaydı da yokmuş.
Uzattığımın farkındayım.
Savcılığın hakkımdaki üçüncü iddiası ise yine ODA TV’de, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu’nun 2013 yılında yaptığı bir yalan haberdi. Habere göre ben bavulu teslim ettikten sonra CD’lerin içindeki savaş planları, gizli belgeler Yunanistan’ın eline geçmiş. Yunanistan internet sitelerinde haber, makaleler yapılmış. Yunan siteleri bir de harita yayınlamış. ODA TV o yayınlanan haritayı haberinde okurlarına göstermiş. Haritanın altında şu yazıyormuş: “Haritayı 180 derece çevirirseniz Balyoz resmini görürsünüz.”
İşte bu yalan haber nedeniyle devletin gizli belgelerinin başka ülkelerin eline geçmesiyle de suçlandım.
Savcı soruşturma dosyasına Yunan sitelerindeki bu makaleler ve haritaların Türkçe çevrileri de yapıp koymuş. Ancak ne savcı Gökalp Kökçü ne de polisler zahmet edip bu makaleleri okumamışlar. Savcı, ODA TV’deki bu yalan haberi de “Allah’ın kelamı, ayeti” gibi doğru kabul etmiş.
Savcı tercümeleri okusa ne mi görecekti?
Savcı beni tutuklatmadan önce yapması gereken işi beni tutuklattıktan sonra yapmış. Mayıs 2015’te Genelkurmaya yazı yazmış. Makalelerin orijinal ve tercümelerin eklemiş. Bu makalelerde ve haritalarda, “devletin gizli belgesinin, Egemen Harekat Planı denen savaş planının” yayınlanıp yayınlanmadığını, haritaları sormuş.
Ben işte bu Egemen Harekat Planı denen askeri planı “imha etmek, temin etmek, yok etmekten” suçlandım ve yargılandım. İşin garip tarafı bu planın ne olduğunu halen bilmiyorum.
Genelkurmay Başkanlığı Haziran 2015’te savcılığa bir raporla cevap vermiş. Yunanistan internet sitelerinde yayımlanan makale ve haritaların “devletin gizli belgesiyle, Egemen Harekat palanıyla ilgisinin olmadığını” belirtmiş.
Savcının beni bir iftirayla tutukladığı ortaya çıktı. Sıkı durun… Bakın daha sonra hangi skandallar ortaya çıktı.
ODA TV’nin “Balyoz haritası” diye haberinde verdiği haritanın 1922 Afyon savaşına ait harita olduğu ortaya çıktı. Üstelik de Yunan sitelerinde yayımlanan haritanın orijinalinde, İngilizce ve Yunancasında “bu haritanın 1922 Afyon savaşına ait olduğu” zaten yazıyormuş. Bu harita ne Taraf gazetesinde, ne Karargah kitabımda yayımlanmadığı gibi Bavuldaki CD’ler içinde de böyle bir harita yok. Olmayan şeyden suçlanmışım.
ODA TV, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu, bir harita uydurup, altındaki 1922 Afyon savaşı yazısını silip, yerine “Haritayı 180 derece çevirirseniz Balyoz resmini görürsünüz” notunu eklemişler. Bana iftira atmışlar. Evrakta sahtecilik, tahrifat yapıp, beni suçlamışlar.
Makalelerin Türkçe tercümelerinde bir gerçek daha ortaya çıktı. Makalelerin yüzde 90’ı Taraf’taki Balyoz haberinden yıllar önce Yunanistan sitelerinde yayınlanmış. “F-16 İt Dalaşıyla” ilgili makalelermiş. Kendisini “savcı zanneden” Gökalp Kökçü, makalelerin tercümesini yaptırmış ancak zahmet edip bu makalelerin tek bir satırını bile okumadığı için haberdeki tüm yalanları, iftiraları gerçek zannedip beni tutuklatmış.
Genelkurmayın resmi yazısıyla bu gerçekler ortaya çıkınca hakkımdaki “Devletin gizli belgesi Yunanlıların eline geçti” suçlaması düşürüldü ve iddianame bu suçlama yer almadı. Bu suçtan tutuklandım ancak daha sonra suçlama düşürüldüğü için yargılanmadım.
Bu iddianın yalan olduğu Haziran 2015’te ortaya çıkmıştı. Bir yıl sonra, 2016 Mayıs’ında AYM üyesi olarak dosyama bakan Celal Mümtaz Akıncı ve sözüm ona diğer “hukukçu AYM üyeleri” bu iddianın gerçek olduğunu zannedip, suçlanmadığım bu suçtan “tutukluluğumun haklı nedene dayandığına” karar verdiler. “Baransu cezaevinden çıkmasın dediler.” Koskoca AYM, ülkenin en yüksek mahkemesi, önündeki dosyaya bakmadan, okumadan karar verdi. Üstelik de bu iddianın yalan olduğu ortaya çıkmasına rağmen. Tekrar olacak ama Mümtaz Akıncı ve arkadaşlarının “tutukluluk haklı nedene dayanıyor” dedikleri bu suçlamadan hiç suçlanmadım, iddianamede bile yer almadı bu suçlama.
Askeri avcılık ifademin ODA TV ve Hüseyin Ersöz tarafından çarptırılması sonucu tam 7 yıl 4 gün “gizli belge imha etme, yok etme, amacı dışında kullanma” suçlamasıyla tutuklu kaldım. 4 Mart 2022 tarihinde bu suçtan BERAAT ettim. Mahkeme “seni 7 yıl 4 gündür suçsuz yere tutuklu yargılamışız” diyerek, beraatime karar verdi.
Beraat edince ortaya bir sorun çıktı. Mahkemenin, bunca yıl beni hapiste nasıl ve niçin tuttuğunu kamuoyuna izah etmesi gerekiyordu. İzah edemeyecekleri için de bildik bir yönteme başvurdular. Yeni bir suç icat edip bana iddianamede olmayan bir suçtan ceza verdiler. Ceza vermek için kullandıkları hukuksuz yöntem, Cumhuriyet tarihinde sık sık kullanılmıştı.
Hukukçuların “davasız yargılama olmaz” dedikleri bir yöntemi kullandılar. Davasız yargılama yapıp, ifademi ve savunmamı bile almadıkları, iddianamede suçlama konusu yapılmayan, yeni bir suç icat edip, bana hapis cezası verdiler. Soruşturma ve iddianamede “Taraf gazetesi ve Karargah kitabımda Egemen Harekat Planı denen gizli planı yayımlamak ve ifşa etmekten” suçlanmıştım. Mahkemede hakimler bana bu yönde suçlama yapmışlardı. Savcılık da mütalaasını böyle vermişti.
Bu suçtan da bana ceza veremezlerdi çünkü;
Anayasa Mahkemesine 2015 yılında bireysel müracaatımda bulunmuştum. Mahkeme, Ne Taraf gazetesinde ne de Karargah kitabımda Egemen Harekat Planı ya da devletin savaş planlarının yayımlanmadığını, bu iddianın doğru olmadığını söyledi. AYM’nin bu kararını da 2016 yılında dosyaya sunduk. Böyle bir suç olmadığına en yüksek mahkeme AYM karar verdi.
Bu iddianın da yalan olduğu anlaşılmıştı. Bana bu suçlamadan da ceza veremezlerdi. Yargılandığım mahkemede 40’ya yakın hakim değişti. Karardan önce bir kez daha heyet değiştirdiler. Yeni heyet, “gizli belge yayımlamak” suçundan da bana ceza veremeyeceğini anladı. İddia ettikleri gibi Taraf gazetesi ve kitabımda Egemen Planını yayımlamamıştım. AYM de buna karar vermişti.
Yeni heyet beni içerden çıkarmamak için şeytanın bile aklına gelmeyecek şu planı yaptı: “Bavulla teslim ettiğim CD’de devletin gizli belgesi Egemen Harekat Planı varmış. Ben bunu gazeteye getirerek, Ahmet Altan, Yasemin Çongar ve Yıldıray Oğur’un öğrenmesini sağlamışım. Bu üç kişinin öğrenmesini sağlayarak bu sayede gizli askeri planı ifşa etmişim.
Oysa iddianamede böyle bir suçlama bizlere yöneltilmemişti. Ne ben ne de diğer isimler Egemen Harekat Planı diye bir planı görmemiştik. Ne olduğunu bile halen bilmiyoruz.
27 Mayıs 1960 darbesi sonrası kurulan Yassıada Mahkemesi’nde Başkan Salim Başol sanıklara dönüp, “davasız yargılama yapamayız, mahkeme (divan) önündeki iddianameyle sınırlı yargılama yapar” demişti. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti Yassıada Mahkemesinin bile cesaret edemediği bir yöntemi kullandı ve içerden çıkmayayım diye bana 13 yıl hapis cezası verdi.
İstinaf mahkemesi bu cezayı geçen ay bozdu ve beni 7 yıl 8 ay sonra tahliye etti. İstinaf Mahkemesi, dava dosyasındaki delil durumunun da yetersiz olduğuna karar verdi. 7 yıl 8 aydır boşuna suçlanmış ve soğuk bir hücrede tutulmuştum.
(Tutuklu olduğum bu süreçte şunu fark ettim. Devlet kurumları birbiriyle çok uyumlu çalışıyor. İçerden çıkmamam gerektiğine birileri karar vermiş. GDO’lu pirinç haberi yaptım diye mersin 2. Ağır Ceza Mahkemesi bana 17 Temmuz 2020 yılında 19 yıl 6 ay hapis cezası vermişti. Mahkeme karar vermesine rağmen dosyayı tam bir yıl istinafa göndermedi. Temmuz 2021 yılında dosyayı Adana istinafa gönderdi. İstinaf da bu kararı bekletti. 2022 yılı Ağustos ayında onadı. Egemen Harekat Planı suçlamasından tahliye edildim ancak bu karar onandığı için hapisten yine çıkamıyorum. Bu davadaki hukuksuzluklar, anlattığım yukarıdaki olaylara rahmet okutacak cinsten.)
Bu olaylarla Celal Mümtaz Akıncı’nın ne ilgisi var sorusuna gelince. 2015 yılında ODA TV’de yayımlanan bu üç yalan haber delil gösterilip tutuklandıktan sonra, Anayasa Mahkemesi’ne tutukluluğumla ilgili müracaatta bulundum. Mahkeme bir yıl sonra Mayıs 2016’da dosyamı görüştü. Bu süreçte haberlerin yalan olduğu, Yunanistan sitesinde çıkan makalelerin Egemen Harekat Planı denen planla bir ilgisinin olmadı, haritanın 1922 yılındaki Afyon savaşına ait harita olduğunun belgeleri ortaya çıkmıştı. Dosyaya konulmuştu. Tutuklanma gerekçemle ilgili savcının ortaya attığı iddiaların tamamının gerçek dışı olduğu ortaya çıkmıştı. AYM’nin önündeki dosyada bunlar belgeleriyle vardı.
Zühtü Arslan ve AYM’nin bir çok üyesi, hakkımda delil olmadan siyasilerin emriyle tutuklandığımı bildikleri için ellerini kor ateşe sokmadılar. İncelenecek dosyamda görev almadılar. Dosyamı Genel Kurula sevk etmediler. (Gerçi sevk etseler de Zühtü Bey ve arkadaşlarının da farklı bir tutum takınacaklarını düşünmüyorum.)
Zühtü Arslan, dosyamı incelemek üzere 5 kişiden oluşan bir heyete sevk etti. Heyetin Başkanlığını Engin Yıldırım yaptı. Başkan Yardımcısı Osman Ali Feyyaz Paksüt’tçü. Üyeler Recep Kömürcü, Alparslan Altan, Celal Mümtaz Akıncı’ydı.
Dikkat çeken ilk isim Engin Yıldırım’dı. (Onun AYM üyesi olarak işlediği hukuk cinayetlerini de AYM’yle ilgili hazırladığım kitabımda sizlerle paylaşacağım.) İkinci isim Osman Ali Feyyaz Paksüt’tü. Paksüt’ün benimle ilgili davada görev alması mümkün değildi. Çünkü;
2008 yılındaki AKP kapatma davasından önce Osman Paksüt, KKK Orgeneral İlker Başbuğ’u ziyaret etmiş, bu ziyaret ortaya çıkmasın diye kameralar karartılmıştı. Bu olayın detaylarını sanırım Haziran 2008’de Taraf gazetesinde yayımlamıştım. Türkiye’de yer yerinden oynamıştı. 2010 yılında da Karargah kitabımda hem bu ziyareti hem de ikinci yeni bir ziyaretin perde arkasını yazdım.
Bu haberler nedeniyle Osman Paksüt’le husumetliydim. Bu kişinin “tarafsızlık” gereği benimle ilgili davada görev almaması gerekiyordu. Zühtü Arslan, geçmişte onun hakkında yaptığım haberi bilmesine rağmen, “haberin intikamını benden alması için” onu benimle ilgili kararda Başkan Yardımcısı olarak görevlendirmişti. Bu heyet içinde görev alan diğer kişi de birilerinin cesur hakim diye pazarlamaya çalıştığı Celal Mümtaz Akıncı’ydı.
İşte bu heyet, 4’e karşı 1 oyla, “Mehmet Baransu’nun tutuklanması hukukidir” diye karar verdiler. Tutuklanma kararımda hak ihlali olmadığını söylediler. Karara şerh düşen tek üye Alparslan Altan’dı. Altan, hukuk tarihine geçecek bir şerh düşmüştü. Düştüğü tüm şerhlerin doğru olduğu da ortaya çıktı. Beraat ettim. (Alparslan Altan’ın, AYM üyeliğinden atılma kararı da hukuk tarihine geçecek ve altında imzası olan sözüm ona hukukçu AYM Üyeleri çocuklarının bile yüzüne bakamayacaklar. Tarih bize tüm bunları gösterecek.)
AYM’nin bu hukuksuz kararıyla beni yıllarca cezaevinde, soğuk hücrede tuttular. Karar tam bir skandaldı. AYM üyeleri, dosyayı okumadan karar vermişti. Kararın 6’ıncı sayfasında AYM üyeleri “26 Ocak 2010’da askeri savcıya ifade verdiğimi, ifademde orijinal belgeler imha ettiğini söylediğimi” yazmışlardı.
Oysa hem bu tarih hem de iddianın yalan olduğu bir yıl önce ortaya çıkmıştı. AYM’nin önündeki dosyada bu bilgiler vardı. Savcı gibi onlar da yalanı gerçek zannedip, karar vermişti. Onların tutukluluğumu hukuki buldukları bu yalan haber nedeniyle 7 yıl 4 gün sonra Beraat ettim.
AYM Üyeleri, Yunanistan sitelerinde gizli belgelerin yayınlandığını da karara yazdılar. Bundan suçlandığımı iddia ettiler. Şaka falan yapmıyorum. Bu iddianın yalan olduğu 10 ay önce resmi yazılarla ortaya çıkmasına rağmen, tutukluluğumun devamına, hak ihlali olmadığına bu nedenle karar verdiler. ODA TV’nin Yunanistan sitelerinde yayınlandı dediği haberi gerçek zannettiler. Önlerindeki dosyada bulunan bir yıl önceki Genelkurmay raporunu bile okumadan karar verdiler.
Balyoz darbesinin ses kasetlerinden birini yok ettiğim, (10 ses kaseti vardı) yerine deprem konferansı kaseti koyduğum da savcının beni tutuklattığı son iddiaydı. Tutuklandıktan 15 gün sonra, savcılığa Balyoz yargılamasında Çetin Doğan’ın bu ses kaydıyla ilgili mahkemede anlattıklarını bir dilekçeyle savcıya sundum.
Doğan mahkemedeki ifadesinde, deprem kaydını kendisinin aldığını, ses kasetlerinde sorun olmadığını söylemişti. Sadece o değil, tüm sanıklar bunu söylemişti. Ses kasetlerinden birini imha ettiğim iddiasının da yalan olduğu, tutuklandıktan bir ay sonra Nisan 2015’te belgeleriyle ortaya çıkmıştı. Savcı, Balyoz iddianamesi ve mahkeme dosyasını okumadan, yine yalan haberlerdeki iddiaları doğru kabul edip, beni suçlamış ve tutuklatmıştı.
Bu iddianın yalan oludğu Nisan 2015’te ortaya çıkınca, savcı tutuklattığı bu iddiayla ilgili beni suçlamadı. Suçlamayı düşürdü. İddianamede kaset yok etmekten hiç suçlanmadım. Bu suçlamanın yalan olduğu anlaşılınca, savcı suçlamadan vazgeçti.
Ses kaseti iddiasının yalan olduğu resmi belgelerle bir yıl iki ay önce ortaya çıkmasına rağmen, (Nisan 2015) bu belgeler soruşturma dosyasında olmasına rağmen, AYM üyeleri Mayıs 2016’da önlerindeki dosyayı okumadan, bundan suçlandığımı düşünüp, “tutuklanmamın makul ve hâkli olduğuna” karar verdiler. Önlerindeki dosyaya baksalar, bu iddianın yalan olduğuna dair belgeleri görecek, savcının da bu suçlamadan vazgeçtiğini anlayacaklardı.
Engin Yıldırım, Osman Paksüt, Recep Kömürcü ve Celal Mümtaz Akıncı önlerindeki dosyayı okumadan tutukluluğumun haklı olduğunu söylediler. Savcının beni tutuklattığı tüm iddiaların yalan olduğu ortaya çıkmasına rağmen, bu “dörtlü” tutukluğumun haklı olduğuna karar verdiler. Yaptıkları iki kelimeyle “hukuk cinayetiydi.” Ellerini kirletip, kana buladılar.
Birilerinin “kritik davalarda adaletten yana durmuş cesur hakim Celal Mümtaz Akıncı” güzellemesini okuyunca, aklıma hakkımdaki bu hukuk dışı karar geldi. Sonra Silivri’nin soğuk beton hücreleri ve bu süreçte yakalandığım böbrek rahatsızlığım… Böbreğimdeki sızılar...
Beni tanıyanlar, aşağıda kuracağım cümlelerden beni iyi bilirler. Celal Mümtaz Akıncı, Zühtü Arslan ve diğer AYM üyeleri gibi olmaktansa, soğuk hücrede olmayı tercih ederim. Zilletle makam sahibi olmaktansa, izzetimle hapiste yatmayı, soğuk hücrede kalmayı tercih ederin. Zalimlerin önünde boğun eğmektense, şerefle ölmeyi yeğlerim.
Bu söylediklerimin bazılarına çok yabancı olduğunun farkındayım. Makam, mevki ve para için önce Allah’ı sonra dinini, sonra bütün değerlerini satanların, izzet ve şerefin ne manaya geldiğini anlayacaklarını da sanmıyorum.
Celal Mümtaz Akıncı anladığım kadarıyla kendisine yeni bir “kapı” bulma arayışına girmiş. Her konuşmasında “hukuk, adalet” vurgusu yapan, Sayın Ali Babacan’ın DEVA Partisine katılması ise biraz ironik kaçmış.
Sayın Babacan’ın parti kurduktan sonraki konuşmaları aklıma geliyor. “Adalet, hukuk” vurgusu kulaklarımda çınlıyor. DEVA Partisindeki vicdan sahibi hukuk adamları Sayın Mustafa Yeneroğlu ve Genel Başkan Yardımcısı İdris Şahin aklıma geliyor. Sonra dönüp bir de Celal Mümtaz Akıncı ve onun gibilere bakıyorum.
27 Mayıs’ın Salim Başolleri, 2022 Türkiye’sinde şekil ve kılık değiştirmiş halde aramızda geziyorlar. Birileri de onları “adaletten yana durmuş cesur hakim” diye pazarlamaya çalışıyor. Bu güzellemeleri yapan şahıs ise yargılandığım davada bana iftira atmıştı. “Mehmet Baransu askere gitmeden önce beni belge ve haber almam için Tuncay Opçin’le tanıştırdı” demişti.
İftirasını mahkemede tekrarladı. Hakim onu yerine oturtacakken, “bir dakika, bu beyefendiye sorularım var” dedim. Gözümün içine bakıp, iftirasını tekrarlamasını söyledim. Yer, zaman, tarih kendisinden istedim. Çapraz sorguda sorularım karşısında sıkıştıkça “kem küm” etmeye başladı. Çünkü ben askere gittikten üç ay sonra o, Opçin’le tanışmıştı. Ben o sırada askerdeydim. Onları tanıştırmam imkansızdı.
Sorularım karşısında bu “şahıs” sıkıştıkça mahkeme başkanı yerinden hop oturup hop kalkıyordu. Onun imdadına yetişmeye çalıştı. “Tuncay Opçin’le beni tanıştıranı hatırlamıyorum deyin…. Bey” demeye başladı. “Hakim”, o şahsın yalanı ortaya çıkmasın diye onu yönlendirmeye çalışıyordu. Ve bu “hakim” beni yıllarca yargıladı. Hapisten çıkarmadı. Biz de bu “hakimlere” tarafsız, bu yargılamaya “adil yargılama” dedik.
Böylesi bir mahkeme başkanına da pabuç bırakacak değildim. Ben sordukça, “kullanışlı aparat” çözülmeye başladı. “Ben askerdeyken ikinizi nasıl tanıştırmış olabilirim” diye sordum. Düğüm çözülmüştü. “Tuncay Opçin’le beni tanıştıran sen değildin, gazete yönetimi, Alev Er tanıştırdı” dedi. (Er, Opçin’in yıllar önce Aktüel dergisinde müdürlüğünü yapmıştı.)
Yazım uzun oldu farkındayım. Bunun için sizlerden özür diliyorum. 7 yıl 9 aydır soğuk bir hücrede yalnız başına kalan bir gazetecinin, bazılarının deyimiyle “bavulcunun” sizlerle dertleşmesi olarak yazdıklarımı kabul edin.
Bitirirken son olarak şunu da yazayım. İçimde kalmasını istemem.
Dün 17/25 Aralık soruşturmasına, “ne yolsuzluğu, dindar hükümetimiz yolsuzluk yapmaz. Onlar zemzem suyu kadar temiz. Bu kasetler montaj. Bu bir darbe operasyonu, hükümeti yıkmaya teşebbüs” diyenler, bir süre sonra Saray’dan kovuldular. Koltuklarını, maaşlarını, altlarındaki lüks otomobilleri kaybettikten sonra “aydınlanma” yaşayıp, başka bir yola girmeye “Karar” vermelerini ise hayretle izliyorum.
“Karar” verdikleri yeni yolda ağızlarında, kalemlerinde ayetlerle ve hadislerle “yolsuzluğun nasıl da günah olduğunu” yazıyorlar. Bu zevatın bu yazılarını okudukça, aklıma 17/25 Aralık 2013 sonrası, Akşam, Star, Yeni Şafak gazetelerinde attıkları manşetler, yazdıkları yazılar geliyor. Hangi ara “tövbe ettiler” de yolsuzluğun, rüşvetin haram olduğunu anladılar… İnanın ben kaçırdım, bilenler bana yardımcı olurlarsa sevinirim.
27 Mayıs’ın sembolü Salim Başol’ün vücut bulmuş hali sözüm ona “hukukçulardan” konu başka yerlere sapmadan yazıma nokta koyayım. Bir sonraki yazımda sizlere AYM Başkanı Zühtü Arslan ve diğer üyelerin bu süreçte nasıl hukuk cinayetlerini işleyip, “kuzu postuna bürünmüş kurtlar” olduğunu anlatacağım.
Görüşmek dileğiyle….
Mehmet Baransu
Silivri Zindanı